SEMRA DUYAR’IN ANILARI


ÖNSÖZ

Genel olarak, “Her türlü düzenleyici kurala karşı gelmenin, planlı, örgütlü ve eylemli bir şekilde yaygınlaşarak, öldürücü, yıkıcı, mevcut sosyal ve siyasal yapıyı tahrip edici hareketlere dönüşmesi” şeklinde tanımlanan terör, yüzyılımızın en büyük sorunlarından biri olmuştur.

Ülkemizde de, 1960’lı yıllardan sonra, devletimizin birlik ve bütünlüğünü tehdit etmeye yönelik birçok terör örgütü türemiştir. Bu örgütler nedeniyle yoğun olarak yaşanan sorun kapsamında, birçok gencimiz terör örgütlerince kandırılmış ve kullanılmıştır. Sonuçta, bu batağa düşen gençlerimiz ve aileleri perişan olmuş, ulusumuz ise terörün yarattığı acılara katlanmak zorunda kalmıştır.

Terör batağına bulaştıktan sonra gerçekleri gören, kurtulmak için çaba sarfeden, fakat kendini kurtaramayan binlerce gencimizin geleceği kararmıştır. Bununla birlikte, az sayıda da olsa bu bataktan kurtulan ve masum gençlerin aynı olayları yaşamamaları için kendi gerçeğini toplumla paylaşan, kendi hatalarından diğer insanların da ders alması için çırpınan gençlerimiz de olmuştur.

İnsan hayatında, birçok olumlu ve erdemli duygu, düşünce ve davranış bulunmaktadır. Bunların yanısıra, pişmanlık duymak, gerçeği geçte olsa görmek, bunu açık kalplilikle ifade etmek ve olumsuzluklarından dolayı içinde bulunduğu toplumdan özür dilemek te bir erdemdir.

Erdemdir çünkü, insanın hatalarını ve yanıldığını kabul etmesi kadar zor bir şey yoktur. Yanılgıların kabul edilmesi ne kadar zorsa, bunun açık yüreklilikle dile getirilmesi ve başkalarına aktarılmasına karar verilmesi de o denli zordur.

Hatasını kabullenen insanın çektiği ızdırap, ne kadar yıkıcı ise, bunu dile getirip, dürüstlükle anlatması ve paylaşması o kadar yapıcıdır.

Yanılgısını gören kişi, ya kendini inkar edip, geçmişini görmezden gelecek, ya da kendisine karşı dürüst ve adaletli davranarak, kendi gerçeğini kendine itiraf edebilme cesaretini gsterecektir. öTabii ki bundan daha da olumlu bir aşamayı, aynı hatalara başkalarının düşmemesi ve aynı acıları başkalarının çekmemesi için gösterilecek gayretler oluşturmaktadır.

Size sunacağımız, yakın geçmişte yaşanmış, acı ve ızdırapları ise hala devam eden gerçek bir öykü. Bir gerçeğe ışık tutabilmek amacıyla yaşadıklarını açık yüreklilikle dile getiren ise, bir zamanlar Devrimci Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi (DHKP-C) adlı terör örgütünün üyesi olan Semra Duyar (Polat).

Semra Duyar, aynı zamanda kendisi gibi DHKP/C terör örgütünün üyesi olan, teröre bulaşmaktan ötürü pişmanlık duyarak, güvenlik güçlerine sığınan, ancak cezasını çekmek üzere bulunduğu Afyon Cezaevi’nde öldürülen Sabancı suikastinin sanığı Mustafa Duyar’ın eşi.

Semra Duyar şimdi Kırklareli E Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutuklu olarak bulunuyor. Bir yandan Afyon Cezaevi’ndeyken doğan oğluna bakıp, büyütürken, diğer yandan da gelecekte evlatlarımızın terör batağına düşmemesi için anılarını kaleme almış ve bize göndermiş.

Kendisini bu denli zor, ancak zor olduğu ölüde inçsancıl ve yürekli davranışından dolayı kutlamayı bir görev biliyoruz.

Görev biliyoruz, çünkü terör batağına saplanıp, hatalarını görüp, pişmanlık duyan, ancak bunları kamuoyu ile paylaşacak cesareti gösterebilen kişilerin sayılarının çok olmadığını biliyoruz.

Bu öyküyle, bir terör örgütü içinde yaşananları bizzat kendi hayatından bir kesitle başta gençlerimiz olmak üzere kamuoyuna aktarmayı amaçlayan Semra Duyar’a yardımcı olabilir, ülkemiz insanlarının bazı mesajları almasına ve aynı hataların yaşanmamasına bir katkıda bulunabilirsek ne mutlu bize.

Çünkü bu ülke ve bu gençlik bizim. Semra Duyar da bizim gencimiz. Bu vatanın çocuğu. O bir evlat, bir vatandaş ve bir anne. Hem de cezaevinde bulunurken annelik onuruna erişen bir kızımız.

Terör örgütü hakkında açık yüreklilikle yaptığı açıklamalarda, belki de bir anne oluşunun önemli bir payı var. Kendi evladını ve bu ülkenin evlatlarını, kötülüklerden, olumsuzluklardan, ç ıkmaz yollardan koruma içgüdüsünün rolü var…

TÜRK ANNELER DERNEĞİ


 ANILARIM

Örgütte 89 yılından, yakalandığım 95 yılına kadar aktif olarak faaliyet yürüttüm. örgütle tanışmam terör örgütüne giren insanların çoğunluğu gibi dernekler aracılığı ile olmuştu. ö rgüte hangi duygularla girmiştim? Elbette bunun ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik birçok nedeni var. Fakat beni örgüte bağlayan nedenler daha çok duygusaldı. ö rgütün devrimci sanat, devrimci kültür adı altında gençleri etkilemek için kullandığı duygusal ve dramatik ajitasyon ve propagandaları ile örgütlü faaliyet içinde birlikte çalışma yürüttüğüm insanlara olan kişisel yakınlığım ve onlarla aramda kurduğum bağların manevi yönü ağır bastığı için bu kadar uzun süre örgüt içinde kaldım ve çalışmalarıma devam ettim.

İdeolojik olarak örgütü başlarda asgari olarak biliyordum. Ancak hedefleri, amaçları ve bu hedeflere varmak için kullandığı yöntemler konusunda ise terör örgütü DHKP/C ile birlikte olduğum süreç içerisinde her geçen gün daha fazla bilgi sahibi oldum. Günlük mücadele pratiği içinde, işin ideolojik ve siyasi yönü ile ilgilenmeye pek fazla gerek duymadım. Gerek duymuş olsam bile bunun pek fazla önemi olmayacaktı. İdeolojisi ve hedefleri önceden başkaları tarafından belirlenmiş ve yine siyaseti başkaları tarafından oluşturulan, kurulu bir örgüte girmiştim. Bu örgütte mücadele ediyor olmak; bu örgütün ideolojisini, siyasetini, taktik ve stratejilerini kabul etmek anlamına geliyordu zaten.

Kendimi ciddi anlamda sorgulama sürecini yaşadıımğ zamana kadar da örgütle ilgili ciddi hiçbir soruyu kendime sormamıştım. Nasıl bir dünya kurmak istediği, amacının ve ideolojisinin ne olduğu, verdiğimiz mücadelenin bizi nereye doğru götürdüğü, kullandığı yöntemlerin doğruluğu ve yanlışlığı, verdiğini iddia ettikleri mücadelenin kazanç ve kayıpları, haklılığı, haksızlığı. Bir amaca bağlanmadan ve bu amaç uğruna mücadele edilmeye başlamadan önce sorulması gereken tüm bu soruların hiç birini daha önce sormamıştım. Tıpkı şu an gençlik heyecanları, ekonomik, sosyal, kültürel nedenler, ailevi problemler ya da örgütün propaganda ve ajitasyonlarından etkilenerek örgüte giren, mücadeleye devam eden, bırakan, cezaevinde olan ya da örgütle şu ya da bu biçimde temas halinde bulunan insanların ç ok büyük bir çoğunluğu gibi. Bunun benim için bilinçli bir seçim olmadığını anlayabilmem için uzun bir zaman geçmesi, kişilik yapımın gelişmesi ve olgunlaşması, yüce olduğu iddia edilen ideallerle çelişen ç arpıklıkları görmem ve sorgulamam gerekti. Bedelleri ağır da olsa acı ve düş kırıklıklarıyla dolu bunca yıldan sonra gerçekleri yaşayarak öğrendim… Kendime çıkış noktası olarak bunu aldım ve terör örgütü için potansiyel oluşturan genç insanların da aynı kayıpları, acıları yaşamalarının, bu bedelleri ödemelerinin ve kendileriyle birlikte ailelerine de bunları yaşatmalarından sakınmalarını sağlamak amacıyla kendi deneyim ve tecrübelerimi kaleme almaya karar verdim. Eer oğrtada bir tercih olacaksa, bunun bilinçli bir tercih olması ve terör örgütü hakkında asgari de olsa fikir sahibi olunması gerekir. Bu ise terör örgütünün tek yanlı propagandalarının dışına çıkarak, sağlıklı ve tarafsız bir kafa yapısı ile araştırmayı, sormayı, sorgulamayı ve gerçekleri öğrenmeye çalışmayı gerektirir.

Yaşadıklarım, deneyimlerim, tecrübelerim bu konuda uyarıcı olabilir ve insanların uyanık olmalarını sağlayabilirse ne mutlu bana.

Ben burada daha çok 1995 yılı Haziran ayında yakalanıp, cezaevine girdikten sonraki süreci, basın ve TV’lere de konu olan gördüğüm işkenceleri, yaşadığım çelişkileri ve hissettiğim duygu ve düşünceleri anlatmaya çalışacağım. ınsan hakları savunuculuğunu hiç kimseye bırakmayan terör örgütünün bana yapmış olduğu yaklaşık 1,5 yıllık işkence sürecini anlatırken bire bir yaşadıklarımı ve hissettiklerimi insanlara aktarabilmenin ve aynı duygulara yakın duyguları hissedebilmeleri ve anlayabilmelerini sağlamanın zorluğunu bilmeme rağmen, elimden geldiği ve dilim döndüğünce buna gayret edeceğim.

Örgüt ne için mücadele eder? Amacı nedir? Onlara sorarsanız, insan hakları ve demokrasi savunucularıdırlar. Amaçları, yeryüzünden sömürüyü ve eşitsizliği, adaletsizliği ortadan kaldırmak ve dergi, kitaplarında ç izdikleri o toz pembe dünyayı yaratmaktır. Haksızlığa, ikiyüzlülüğe, yalana, dolana karşıdırlar. Erdemlerin savuculuğunu yaparlar.

Peki böylesine yüce ideallerin savunucusu olduklarını ve bunun mücadelesini verdiklerini iddia edenlerin bu değer yargılarına yakışan bir anlayışa ve mücadele yöntemlerine uygun bir iç tutarlığa sahip olmaları gerekmez mi? ınsan haklarından bahsedenler, önce kendileri insan haklarına saygılı olmalıdır. ışkenceye karşı olan, işkence yapmamalıdır. Demokrasiyi savunan, önce kendi içinde demokrat olmalıdır. Yalana karşı olan yalandan, ikiyüzlülüğe karşı olanın sahtekarlık ve entrikadan uzak durması gerekir. Bunlar genel geçer ilkelerdir.

Terör örgütü bunların neresindedir? örgütün iki yüzü vardır. Birincisi, propagandasını yaptıkları insanları etkileyip kendi içine çekmek için, gerek sözlü, gerekse dergi ve kitaplarında yansıttıkları yüzleri. ıkincisi ise; karşı karşıya kalanların bilebildikleri, anlayabildikleri yüzleri. Bu ikinci yüz, terör örgütünün yüzüne taktığı cilalı maskeyi indirdiğinizde görünür.

Ben büyük acılar yaşayarak ve bedeller ödeyerek öğrendiğim terör örgütünün gerçek yüzünün görülebilmesi için bu maskeyi başka insanlarla birlikte aralamak istiyorum.

Örgütle ilgili sorgulama sürecine cezaevine girdikten ve burada yaşadıklarımdan ö nce başlamıştım. Bırakmayı istiyordum örgütü ve bunu defalarca dile getirmiştim. Her seferinde farklı bir bahaneyle bunu duymazlıktan geliyor ve bana ihtiyaçları olduğunu, bırakamayacağımı söylüyorlardı. “Darbe süreci, sana ihtiyaç var, operasyon oldu toparlanmalıyız, yakında parti olacağız…vs..” açıklamalarla bırakmamın mümkün olmadığını hissettiriyorlardı. üstelik her bırakmak istediğimde bir üst konuma sıratıyorç ve yeni sorumluluklar veriyorlardı. Verilen işleri isteksizce yapıyordum. örgütle ilgili yaşadığım çelişkiler, gördüğüm çarpıklıklar ve bunun sonucu olarak örgütü bırakmak istiyor oluşum dikkatimi ve motivasyonumu dağıtmıştı. Bu duygu, düşünce ve ruh hali ile gözaltına alınmıştım. Gözaltında olduğum süre içindeki tek düşüncem bir an önce cezaevine gitmek, bir biçimde bırakmak istediğimi söyleyerek örgütten ayrılmaktı. ö rgütle ilgili bir çok çarpıklığı görmeme ve çelişkiler yaşamama rağmen, sorun yaşamadan ayrılma isteğimi dürüstçe ve bir biçimde ifade ederek ayrılmak istiyordum. Daha önce ayrılma isteğimi belirttiğim dönemlerdeki gibi kolay kolay kabullenmeyecekleri ve beni ikna etme çabası içine gireceklerini düşünüyordum. Ama kararım kesindi. Kabul etmemeleri ya da beni ikna çabaları sonuç vermeyecekti.

Cezaevine girdiğimde karşılaştığım tablo sorgulayan ve meraklı bakışlar oldu. Bana nasıl alındığımı, neden çatışmadığımı soruyor ve özeleştiri istiyorlardı. Ardı arkası gelmeyen sorularla üzerime geliyor, yükleniyorlardı. şaşırmıştım. Daha yaşadığım sürecin etkilerini üzerimden atıp, kendimi toparlamamı bile beklemeden üzerime gelmeye başlamışlardı. Ve uğruna mücadele ettiğim ö rgütün insanları tarafından hiçte dostça karşılamayla karşılaşmamıştım. Bu yaşadığım küçük bir şok oldu benim için. Bir zamanlar kendimi onlarla özdeşleştirdiim örgütünğ tavırlarında küçümseme ve düşmanlık sezinlemiştim. Sanki dışarıda ve içeride iki ayrı örgüt varmış hissine kapıldım. Ama işin bu yönüyle fazla ilgilenmemeye karar vermiştim. Zaten bırakmak istiyordum ve bunu açık bir dille ifade ettim. Bırakmak istediğimi ve bağımsız bir koğuşa geçmek istediğimi söyledim onlara. Bana “Neden önünü tıkıyorsun? Bunu biraz daha düşün” vb. bir yığın şey söyleyerek vazgeçmemi istiyor ve buna çaba sarfediyorlardı. Kararımın kesin olduğunu ve net olduğunu anladıktan sonra, tavırları keskinleşmeye, sertleşmeye ve düşmanlaşmaya başlamıştı.

Örgüte yazdığım raporda sorularını yanıtladım ve düşüncelerimi belirttim. Benim örgütle bağımı bu güne kadar ideolojik değil, duygusal olarak kurduğumu, mücadele süreci içerisinde bir çok insanlarla anılar yaşadığımı, beni örgütte tutanın daha ç ok bu bağlar ve duygusal yaklaşımın olduğunu, örgütü ideolojik olarak benimseyebildiğimi sanmadığımı, gözaltına alınmamın sorumlusunun örgüt olduğunu, olanaksızlıklarım yüzünden deşifre yerlere uğramak zorunda kaldığımı ve bunu örgüte defalarca belirterek, böyle giderse birgün takip alacağımı ve operasyona neden olursam bunun sorumlusunun, bunları defalarca belirttiğim halde duyarsız kalan örgüt olacağını söylediimi,ğ üstelik bırakmak istediğim halde “sen eskisin ihtiyaç var” diyerek bırakmadıklarını….vs. anlattım.

Zaten cezaevi bir garip dünyaydı ve yukarıda da belirtiğim gibi, insan dışarıda farkedemediği bir çok şeyi burada görme şansını yakalıyordu. örgüt ve onun anlayışı dışarıdan içeriye taşındığında ve cezaevi gibi dar bir mekana sıkıştığında gerçek yüzü sırıtıyordu ve bu yüzünü ne gizleme imkanı oluyordu, ne de buna gerek duyuyorlardı. ınsana dışarıda ve içeride iki ayrı örgüt varmış gibi gelmesinin nedeni de, bu dar alana sıkışmış ö rgütün insanlarının zaten cezaevine düşmüş olmaları ve ortamın özgürlüğü nedeniyle, dışarıdaki o ılımlı ve olgun maskeyi yüzünden çıkararak gerçek yüzüyle davranmasındandı. Bu yüzden dışardaki insanlar, içeride bana başkaları gibi gelmişti ilk bakışta.

Bırakmak istediğimi belirten yazıyı verdikten yaklaşık iki saat sonra Suna ÖKMEN beni yatakhaneden yemekhaneye çağırdı. Herkes yemekhaneyi boşaltmıştı. Filiz GENCER ve Serpil YILDIZ yemekhanede bir masada oturuyorlardı. Serpil YILDIZ buyurucu bir tonla “otur” dedi. “Derdin ne anlat bakalım?” dedi. Suratı kireç gibiydi, içimden “Bu kız niye böyle kireç gibi olmuş? Bunlar manyak mı?” diye düşünerek, biraz da şaşkınlıkla cevap verdim. “Bırakmak istediğimi yazdım”. Bırakmak istediğimi dışarıdayken de yazmıştım. şubeye ve dışarıya ilişkin raporumu da verdim” dedim. “Terbiyesizlik yapıyorsun” dedi. Bende terbiyesizlik yaptığımı sanmadığımı söyleyerek yanıtladım onu. “şu andan itibaren gözaltına alındın tuvalete giderken bile, arkadaşlardan izin alacaksın” dedi Serpil YILDIZ. O an büyük bir hayal kırıklığı yaşadım ve içimde tarif edilmez öfke oluştu. “Olur, şimdi yukarı çıkabilir miyim?” dedim. “Tabii ki nöbetçinle” diyerek yanıtladı beni Serpil YILDIZ. Benim arkamdan daha sonraları tam bir ruh hastası olduğunu anlayacağım Suna ÖKMEN koşturuyordu. Benim nöbetçim olarak onu vermişlerdi. Nöbetçili günler başlamıştı. Cezaevinde ikinci cezaevini yaşayacağım ve tutsaklığın ötesinde büyük acılar yaşayacağım günlerin başlangıcıydı bu. Ve bu adımlar, bu uzun, yorucu ve iğrenç yolculuğa doğru attığım ilk adımlardı. Bu adımları hızlı hızlı atıyordum. Amacım Suna ÖKMEN’i yani hayatımın nöbetçisini kızdırmak ve sinirlendirmekti. Bundan sonra, tuvalete gidip gitmeyeceğime bile o karar verecekti. örgütün birisine “Seni gözaltına aldık” dediğinde, bunun ne anlama geldiğini öğrenmem için, biraz daha zaman gemesiç gerekiyordu.

Ranzaya vardığımda; “Kımıldama, arama var” dedi. Aynı esnada aşağıdan Filiz GENCER geldi ve “Semra hariç herkes aşağıya insin, duyurumuz var” dedi. Anlaşılan benim gözaltına alındığım koğuşa anlatılacaktı. Elbiselerimi arayan Yeter ve Elmas adlı iki gence uzun uzun baktım. ıçimden “şimdi bu şartlanmış ve çoğu bilinçsiz insanlar, örgüt ne derse uyguluyorlar. Hem de büyük bir şevkle. Aynen bir zamanlar benim de hiç bir şeyi sorgulama gereği duymadan yaptığım gibi. Oysa gözaltına alınmam için hiç bir neden yok. Tabii ki bırakmak istememi saymazsak. Kim bilir bu insanları bana karşı nasıl doldurup, yönlendirecekler” diye geirdim.

ç

Beni en dip ranzaya aldılar. Arkada perdelerle yapılmış ö zel bir bölümün ön kısmına. Bu bölüme yalnızca sorumlu olanlar girebiliyorlardı. Bu bölümün gizemi ve ne işe yaradığını henüz ben de bilmiyordum. Benim ranzamın yanındaki ranzaları boşaltıp, buraya bir sandalye yerleştirdiler. Ve bir de defter. Bu deftere ne yaparsam, tüm hareket ve davranışlarımı istisnasız not ediyorlardı. Saat akşam 23.00 gibiydi. 26 Haziran’da gzaltındanö alınarak cezaevine getirilmiştim sanırım. 7 Temmuz gibi beni örgüt gözaltına almıştı. Yataktan aşağıya inmek bile yasaktı. Korkunç bir duyguydu bu. Tepemde ranza tahtası ve tam burnumun dibinde nöbetçi, her hareketimi elindeki deftere not ediyor. Bundaki amaçları neydi? Bunu o sırada tam olarak çzemiyordum. Zaten zöorlu bir süreçten sonra cezaevine gelmiş, kendimi toparlamaya bile fırsat bulamadan, içerideki zebanilerin iğrenç ve beni hayalkırıklığına uğratan tavırlarıyla karşılaşmıştım. Kafamı toparlamakta güçlük çekiyordum. Sanki yaşadıklarım bir kabus gibiydi.

ıçimden, bu olanlara inanmak gelmiyordu. Bazen bunların şaka olduğunu düşünmek ve kabullenmek istemiyordum. Ama zaman geçtikçe, bunun ne bir şaka, ne de bir rüya değil, gerçeğin ta kendisi, yani benim, görmemekte ve anlamamakta daha önceleri ısrar ettiğim gerçeklerin ta kendisi olduğunu anladım. Başıma nöbetçi dikip, her hareketimi not almalarının nedeni psikolojik olarak beni yıpratmak ve zayıflatmak olabilirdi. Ama buna gerek duymalarının nedeninin ne olduğunu çözemiyordum. Ortadaki tek sorun, örgütü bırakmak istemem ve bunda kararlı olmamdı. Her şeyin nedeni gerçekten bu olabilir miydi?

“Kağıt-kalem istiyorum” dedim. Verdiler. “Beni gözaltına alamazsınız, açlık grevine gidiyorum” diye yazdım. “Böyle yaparsan işin zorlaşır, bununla bir sonuç alacağını ve gözaltını kaldıracağımızı umuyorsan, yanılıyorsun” dediler. Gittikçe nefret ediyordum onlardan ve moralim de çok bozuktu. Ama içimden “Bu durumu kısa tutmak için sabırlı olmalıyım” diye düşünerek, avutuyordum kendimi. ıki gün açlık grevi yaptım.

Adına gözaltı dedikleri iğrenç süreç her geçen gün uzadıkça dayanılmaz hal alıyordu. Kendime sürekli bunun ne zaman biteceğini soruyordum. Sıkıntım ve isyan duygularım gün getikçeç artıyor ve bu durumun daha fazla uzamasına tahammül edeceğimi sanmıyordum. Hiç bir kurtuluş ve kaçış imkanım yoktu. Bu durum uzadıkça bunun ciddi ve sistemli psikolojik işkence olduğunu kavramaya başladım. Akşama kadar sadece yataktaydım ve okumam için kitap dahi verilmiyordu. Ziyarete nöbetçilerle çıkabiliyordum. Nöbetçilerle aramda sinir savaşı başlamıştı. Başka türlü olması da zaten mümkün değildi. çünkü bana yaptıkları psikolojik işkence, sıkıntı, acı ve tahammülsüzlüğümü ve de tepkimi böyle dışa vuruyordum. Onlarla sık sık tartışıyor, tepkisellikle karışık öfkemi dile getiriyordum. Neredeyse 10-20 dakikada bir tuvalete ç ıkıyordum. Bunu hem bir eylem ve tepki biçimi olarak görüyor, hemde böylece hiç hareketsiz sıkıntıdan patladığım yatağımdan kalkarak hareket etme şansı buluyordum. Bu konuda da epeyce tartışıyorduk.

Bu şekilde neredeyse bir hafta kadar geçti. Bir gece yarısı beni uykudan uyandırıp, nöbetçi eşliğinde yine yemekhaneye indirdiler. Yine bir masada Filiz GENCER ve Serpil YILDIZ ve masada ufak bir de teyp duruyordu. Teybi, konuşmalarımızı ç ekmek için bulunduruyorlardı masada. Onların, sorgulama konusunda gerektendeç gitgide uzman olduklarını ve bu işi ciddiye aldıklarını düşünmeye başladım. Gördüğüm her şey ve yeni durum beni önce şaşırtıyor, ardından yadırgadığım bu yeni duruma alışıyordum. Bana “samimi ol, bildiğimiz şeyler var, zamanı gelince açıklarız” diyor, herşeyi anlatmamı istiyorlardı. Bense anlamsız bir ifadeyle gözlerine bakıyordum. “Bunlar ya şaşırmış, ya da ruh hastası olmalılar” diye düşünüyordum. “Niye normal davranmıyorlar, bildikleri ne olabilir ki? örgüte göre suç teşkil edecek durumum yok benim. üstelik cezaevinde bulunan bir çok kişiden daha iyiydi şube sürecim” diye düşünüyordum. Bende onlara “ne zaman bitireceksiniz gözaltıyı” diyor ve “nöbetçilerin insani koşullara uygun davranmadığını ve davranmaları gerektiğini” söylüyordum. Oysa nereden bilebilirdim ki kafalarındakileri, benim bu şikayetçi olduğum süreci mumla aratacak baskı ve işkencelere hazırlandıklarını ve niyetlerinin hiçte iyi olmadığını ve biraz daha zaman geçince anlayacaktım. Bana “biz seninle daha sonra görüşürüz, bir daha nöbetçi arkadaşlarımızla tartışma, sen tutuklusun ve bizlere tavır alamazsın. Sadece samimi olacak ve söylenenlere uyacaksın” dediler. Bense umursamaz davranmaya devam ediyordum.

Yatak hapsi nöbetçilerle aramda yaşadıım sınırğ şavaşı ile 2 hafta daha devam etti. Yavaş yavaş bu duruma konsantre olmaya çalışıyordum. Kaçış yoktu. Bu durum 2 haftayla bitmeyecekti anlaşılan. Birgün koğuşun pencerelerini yeşil perdelerle kapladılar. Koğuş karanlıktı artık. Amaçları, sinirlerimi yıpratmak ve başlayacakları yeni işkence yntemlerindenö ö nce psikolojik olarak beni iyice zayıflatmaktı. Gerçekten çok adice ve teknik bir biçimde çalışıyorlardı. Sabah 08.00, öğle 12.00, akşam 17.30’da yemek getiriyorlardı. Tepsiyi fırlatıyor, küçümsüyorlardı. Bende zaman zaman yemekleri geri çeviriyor ve onlarla tartışıyordum. Bu durum uzun süre devam etti.

Karşı koğuşlarda diğer terör örgütlerinden insanlar vardı. Bazen havalandırmada top oynarken çıkardıkları sesler geliyordu. Birde ufak kız çocuklarının sesleri, özge ve Tanya. ıçimden “Keşke bende özge ve Tanya gibi çocuk olsaydım” diye geçiriyordum. Cezaevinde olan insanlar dışarıya çıkmayı ve özgürlüklerine kavuşmayı isterler. Bense; top oynamayı, havalandırmada volta atmayı ve gözaltının bir an önce bitmesini hayalleniyordum.

Bunlar cezaevinde yatan insanların zaten sahip oldukları doğal yaşantıları ve makul isteklerdi. Ama terör örgütünün yaşattığı bu olumsuz koşullardan sonra, benim için ulaşılması imkansız hayaller gibi gözüküyordu bana. Ziyarette, aileme durumu belli ettirmemeye gayret ediyordum. Geri yaçnımda nöbetçiler vardı ve anlıyorlardı. Kahroluyordum ve her geçen gün bin kez pişman oluyordum. Bu ruh haliyle gülücükler dağıtmaya çalışıyordum. Kendimi değil, daha çok aileme verdiğim acıyı düşünüyor ve üzülüyordum onlar için. Minik yeğenlerimin güzel yüzlerini düşünerek günlerimi geçirmeye ç alışıyordum.

Haftada bir kez geceleri uyandırıp, yemekhaneye indiriyorlardı. Bir masada teyp ve Filiz GENCER. Her çağırdığında üslubu biraz daha sertleşiyordu “Artık yeter. Uslu uslu otur ve samimi ol. Biz hakkında iyi şeyler düşünmüyoruz” diyordu. Bense ne gibi yani? Ben her şeyi söyledim, işbirliği vs…deseniz yapmadım. Sadece bırakmak istediğimi ve örgüte yönelik eleştirilerimi yazdım” diyordum. Her seferinde tehditvari bir biçimde ”sen bilirsin” diyordu. Bu şekilde; Kasım ayına kadar devam etti. Haftada birkez banyoya götürüyorlar 5 dakika olmadan “hadi çık” diyorlardı. Tuvalete girdiğimde, daha kapı kapanmadan “çık arayacağız” diyorlardı. Yüzüde yüreği gibi çirkin olan Suna ÖKMEN dışında nöbetçiler sürekli değişiyordu. Zaten çoğu çirkindi. Sanırım ruh halleri yüzlerine ve mimiklerine yansıyordu. Ama Suna ÖKMEN ve Hayriye GüNDüZ çirkinlik abidesiydiler. Benim gözümde onlara baktıkça örgütün irenç yğüzünü daha iyi görüyordum sanki.

2 saatte bir nöbetçi değişiyordu. Birgün yine tuvalete gittiğimde, yine tuvalet kapısını kapatmadan “çık arayacağız” dediler. Artık patladım “yeter be, burada tünel mi var ?” dedim. “Sen ne olduunu biliğrsin” dediler. Anlam veremiyor, manasız manasız bakıyordum. “Bunlar kesin manyak. Burada ne olabilir ki?” diye düşünüyordum. Ama bu psikolojik bir yöntemdi. Her geçen gün öfkem bin kat artıyordu. Evet gittikçe nefret ediyordum. Nöbetçiler kendi aralarında konuşuyorlardı. Bilinçliydi tabii ki. Tam ben uyumak üzereyken başlıyorlardı. Bu da psikolojik baskı yöntemlerinden birisiydi. Ben duymuyormuşum gibi, fakat aslında bana duyurma amacıyla aralarında konuşuyorlarmış gibi yapıyorlardı. “Enayi nerede olduğunu bilmiyor. üstelik bizi kandıracağını sanıyor, kibarlıındanğ da eser kalmadı. Burası cezaevi tabi. Bizden kaçmaz. Zavallı … vs.” diyorlardı. Nerede olduğumu bilmediğim doğruydu. Ama onların kastettikleri manada değil elbette. Bunca yıl boyunca içinde ve uğruna mücadele ettiğim örgütü daha önce tanıyamadığım ve gerçek yüzünü göremedeğim için bilememiştim nerede olduumu,ğ yanlış yerde durduğumu farkedememiştim. Bu yüzden yıllardır bilmiyordum nerede olduğumu.

Ama şimdi öğrenmeye başlamıştım. Gecikmiş olarak, hayal kırıklıklarıyla ve acılar pahasına.

Birgün yine aralarında konuşuyorlardı fısır fısır. Bende gözlerimi açıp “sizde biliyorsunuz uyumadığımı” dedim.” Sus konuşma” dediler. “Neden? ben sizin köleniz miyim” dedim. “Sen ne olduğunu biliyorsun numara yapma” dediler.

Bu epeyce kafamı kurcaladı. Gözaltı işini daha fazla ciddiye almaya başladım. Kendi kendime “Acaba bunlar benim ne olduğumu zannediyorlar ki? Resmen psikolojik işkence yapıyorlar” diyordum. Zaman böyle geçiyordu. Sıkıntılar ve tartışmalarla dolu.

Birgün yine geldiler. ümraniye cezaevinin kapatılması için açlık grevi başlatmışlardı. Bana “süresiz açlık grevine başlıyoruz. Sende açlık grevindesin. Geri çekilme hakkın yok” dediler. Benden kuşkulanıyor, gözaltına alıp sorguluyor, düşmanca davranıyor, ardından da metazori bir biçimde ve hiç fikrimi sorma gereği duymadan “açlık grevindesin” diyorlardı. Nasıl bu kadar pişkin olabildiklerine insan şaşırıyordu. ıçimden “Başımda nöbetçiyle açlık grevi de iyi çekilir” diye düşündüm. Onlardan nefret ediyor ve onlar adına açlık grevi yapmak zorunda bırakılıyordum. şimdi sıkıntılarıma birde zorla yapmak zorunda bırakıldığım açlık grevi de eklenmişti. Bundan sonra günler daha da sıkıntılı ve zahmetli bir hale gelmişti…

Sabah 08.00, öğle 12.00, akşam 17.30’da 2 bardak çay ve 1 akide şekeri veriyorlardı. Hareketsizlikten bunalıyordum. Kitap istiyordum vermiyorlardı. Birde ziyarette aileme durumu farkettirmemek için gülücükler dağıtmak tam bir zulümdü benim için. Açlık grevinin 27. gününe gelmiştik. Kouştakilerğ birbirlerine türlü türlü nazlar yapıyorlardı. Kıpırdayamıyorlar, durumlarından yakınıyorlardı. Yakınmayla, anlatmaya çalıştığım şey ya durumlarını abartıp, ne kadar fedakar olduklarını birbirlerine kanıtlama yarışı içine girmeleri, ya da gerçekten dökülüyor olmaları. Ben hareketsiz ve onların sahip olduğu birçok olanaktan yoksun ve koşullarım hem fiziki, hem moral anlamında çok kötü olduğu halde kendimi onlardan daha iyi görüyordum. Ama tuvalete vs. giderken yalpalıyordum. Onlar elde çamaşır yıkamıyor ve ailelere veriyorlardı. Bana ise kirli çamaşırlarımı vermek yasaktı. 30. gün olmuştu. Artık benimde sağlık durumum oldukça bozulmuştu. 30’lu günleri geçti. Birgün tuvalete giderken sendeleyerek düştüm. Suna ÖKMEN “kalk ayağa salak, birde seninlemi uğraşacağız” diye bağırdı. Oysa ki kendisi 20. günlerde düşüp, kalkıyordu… üstelik havalandırmada temiz hava alıyor, TV. seyrediyordu. Moral olarakta iyiydi. Benim gibi cezaevi içinde ikinci bir cezaevini yaşamak, hakarete uğrayıp küçümsenmek ve kendi çamaşırlarını yıkayıp, zorla açlık grevi yapmak zorunda da bırakılmamıştı. Buna rağmen pişkince bağırıp, kendi durumunu görmezlikten gelebiliyordu. Yüreğide yüzü gibi çirkin olan çirkinlik abidesi Suna ÖKMEN. Açlık grevinin 30’lu günlerinde bile, hasta ruh yapısını ve komplekslerini tatmin etmekten vazgeçmeyecek kadar sadist ve aşağılık. Tıpkı Gamze BAYRAM gibi sadist, ruh hastası, henüz ne yaptığını bile bilmeyen zavalı bir mahluk. Nefretim öylesine çoğalmıştı ve o kadar nettim ki, onların içyüzünü hergeçen gün daha iyi kavrıyordum. Artık ziyarete çıkmakta zorlanıyordum. Aileme “önümüzdeki günlerde görüşe çıkmazsam merak etmeyin” dedim. Nefesim daralıyordu. Oysa bunu söylerken ailemle aylarca görüştürülmeyeceğimi nereden bilebilirdim. Yoksa hastayken bile her ziyarete çıkardım. Nöbetçiler bir süre aşağılama kampanyalarından vazgeçtiler. Anlaşılan açlık onların performansını düşürmüştü. Artık gece sorgularınada çekmiyorlardı. Yaklaşımlarında oldukça yumuşama vardı. Açlık grevinin bitiminde beni bırakacaklarını düşünmeye başlamıştım. Artık şeker yiyemiyor ve sıvı almakta zorlanıyordum. 43. gün açlık grevi sona erdi. Açlık grevi sonrası 1 haftalık süre boyunda günde 3 kez olmak üzere diyet yemek veriyorlardı. Doğal olarak, 43 günlük açlık sonunda şiddetli başağrıları, mide yanmaları ve karında şişlik meydana geldi. Onlar kendileri, hareket ediyor ve sağlıkçıların denetiminde bu ağrıları hafifletmek için mide ilaçları kullanıyorlardı. Birgün bende artık dayanamadım. Mide için ilaç istedim. Bana “vücudun kendini toplasın, hiç merak etme biz sana ilaç vereceğiz” dediler. Son dönemlerdeki yumuşamadan sonra, bu sözü iyi niyetle söylediklerini düşünmüştüm. Aklıma bir ara “o zaman onlar niye ilaç alıyorlar” diye bir düşünce geldi ama, üzerinde fazlaca düşünüp, sözlerinde bir artniyet aramadım. çünkü açlık grevi sırasında, her hafta tartılıyordum. Herkesin kilosunu düzenli olarak tartıyorlardı. Koğuşta en zayıf Mesude adlı bir kızdı. Ben de 40-39-38 kilo arasında gidip geliyordum. ılaç vermemelerinin sebebinin bu olabileceğini düşündüm.

Ama çok yakında bu ruh hastası, irenç mğahlukların böylesine iyi niyetli bir değerlendirmenin yanından bile geçmeyecek kadar artniyetli olduklarını, kafalarındaki şeytanca planlarını hayata geçirmek için, kendimi toparlamamı beklediklerini anlayıp, saflığıma şaşıracaktım. Bu insan müsveddesi, işkenceci psikopatların, bırak gözaltıyı bırakıp, bu işkenceye son vermeyi, daha ağır ve sistemli işkenceye hazırlandıklarını anlamalıydım.

Bir hafta sonra yine uykudan uyandırıp, yemekhaneye indirdiler. Serpil YILDIZ ve Filiz GENCER masada beni bekliyorlardı. Serpil, ilk sorgu hariç, hibir soçrguya katılmamıştı. üstelik masada teypte yoktu. Onu görünce ve masada teypte olmayınca yüzümde bir tebessüm belirdi. Oturdum masaya. Ben “yanlışlık yaptık, gözaltın sona erdi” diyeceklerini zannediyordum. Filiz GENCER korkun bir bakışç fırlattı. “Evet Semra oyun bitti” dedi. O an yemekhanenin sigortaları attı. Bunun bilinçli bir yöntem olduğunu önceleri anlamadım. Fakat sonraları, bu karartmanın onların, profesyonelce uyguladıkları bir psikolojik işkence yöntemlerinden biri olduunu anlğayacaktım. Filiz GENCER karanlıkta konuşuyordu. “Konuşman senin için iyi olur. Sen bundan sonra gözaltının ne olduğunu anlayacaksın. Biz sana ne yaptık ki şikayet ediyordun ya. Asıl bundan sonra göreceksin …. !” dedi. “Ne demek yani?” dedim. ılk kez aıkç bir dille “Artık oynama, Polisle yaptığın işbirliğini anlat” dedi. Resmen şok olmuştum. ıçimden; “bu iş ciddi galiba, bunlar benim polis ajanı veya işbirlikisiç olduğumu zannediyorlar” diyerek, ikna etmeye çalıştım. “Sadece itiraf etmek iinç konuş!.. yoksa çeneni açma! Evet mi? Hayır mı?” dediler. Serpil, Filiz’e “Boşuna uğraşma, sanki polis abileri madalya verecek de hala oyun oynuyor” dedi. Suna ÖKMEN’e “götür” dedi Filiz. Serpil, Filiz’e “koşullarını anlatmayı unuttun” dedi. Bunun üzerine Filiz “Ekmek, yemek, su ve sigara yok, itiraf yapana kadar böyle. Samimi itiraf yaparsan düşünürüz. Partimiz, kimseye vermediği şansı sana veriyor ve senden samimi itiraf bekliyor. Samimi olursan durumun hafifler” dedi. Ben de “ne itirafı?” dememe kalmadan “götür” dedi. Ben nöbetçi eşliğinde yatakhaneye gittim. Ranzaya doğru ilerlerken Suna ÖKMEN “Nereye? Nereye? perde arkasına kibar komutan. Artık kibarlığından da, kibirliliğinden de eser kalmayacak. Artist Semra” dedi. Adeta kin kusuyor, pis dilinden zehir damlıyordu. Hayatı boyunca bir baltaya sap olamamış ve hastalıklı kişilik yapısının verdiği aşşağılık komplekslerini tatmin edebileceği en mükemmel işi vermişlerdi ona. O da basit beyniyle doya doya tadını çıkarıyordu bu durumun. “Kibar komutan, kibirli, artist” cümlesinde bile, bir eziklik, çekememe ve sitem vardı. Kendisine bu saçma, szde vöe anlamsız paye verilmemiş ama şimdi, bu payenin daha önce verilmiş olduğu birisine işkence yapıyordu. Ne kadar iyi bir tatmin aracı ve oyunu bulmuştu kendisi için. Onun bu haline hem büyük bir öfke duyuyor, hem de acıyordum. Bulunduğu yerden ve yaptığı işten o kadar memnundu ki ona “başka bir yerde olmak ister misin?” diye sorsalar, kendini tatmin ettiği bu oyunu bırakıp, asla gitmek istemezdi.

Polis ajanı olduğum, ya da polisle işbirliği yaptıımğ varsayımından yola çıkarak, benden itiraflarda bulunmamı ve herşeyi anlatmamı istiyorlardı. Bu yüzü tanıdıktan ve gördükten sonra bunu yapmış olmayı o kadar çok istiyordum ki, bu iğrenç yaratıkların insanlara, insanlığa zarar vermesini önleyebilecek herşeyi onurlu bir görev ve insanlık borcu olurdu çünkü. Ama maalesef böyle onurlu bir işi yapmak yerine, terör örgütünün adını “savaş” koyduğu, bu kirli ve kanlı oyuna alet olmuştum. Keşke çocukluk hayallerime kulak verip büyüdükten sonra da polis olmak isteyip, bunun için uğraş verseydim diye düşünüyordum. Fakat beni bu kirli oyuna alet eden terör örgütünün kirli yöntemleri şimdide beni vuruyordu. Adına “halk için mücadele” dedikleri, kirli bir oyun başlatıyor, bu oyunun adını “savaş” koyuyor, sonrada bu savaşın ağırlığını taşıyamayıp paronayak oluyorlardı. Psikolojik olarak dengesizleşmiş, kendi ürettikleri kurgulara kendilerini inandırmışlardı. Birkaç operasyon yemiş, darmadağın olmuş, şimdi de neye uğradıklarını anlamadıkları bu operasyonların suçunu yükleyecekleri günah keçileri arıyorlardı kendilerine uzmanlaştırdıkları psikolojik ve fiziki işkence yöntemlerini kullanarak. Kendi elleriyle yaratmaya çalışıyorlardı bu suluları.ç Kimbilir bugüne kadar kimlere uygulamış? Kimleri delirtmiş; oyunlarına alet ettikleri kaç günahsız insanı günah keçisi ve suçlu ilan etmişlerdi. örgütlerinin başarısızlıklarının sorumluluğunu bile üstlenme cesaretinden bile yoksundular.

Birkaç suçlu yaratıp zevahiri kurtarmalıydılar ve bana yapmaya çalıştıkları da buydu. Beni perdelerle çevrilmiş bölüme götürdüler. Böylece; perdelerle çevrilmiş bölümün gizemini yaşayarak öğrenecektim. Bunun daha ağır bir gözaltı ve işkence süreci olduğunu sezinliyordum. Kimbilir bu perdeli bölüm daha önce kimleri konuk etmişti? Sadece 3 nöbetçim vardı. Ranzamın tepesinde gözlerimi yakan bir lamba ve hiç değişmeyen nöbetçim Suna ÖKMEN’le birlikte yeni nöbetçilerim olan Gamze BAYRAM ve Sevim KOCAKAFA. Yatağa oturdum. Suna ÖKMEN, gözlerini gözlerimden ayırmadan bakıyordu. önceleri neden böyle hiç ayırmadan gözlerimin içine baktığını anlayamamıştım. Fakat daha sonra perde arkasına alındığımda böyle olduğunu anladım. 24 saat boyunca gözlerini hiç ayırmadan bakıyorlardı bana. Her saat başı nöbetçi değişiyor, ama bir çift göz bana hep bakıyordu. Tabi ilk anda anlamamıştım. Suna ÖKMEN’e “ne bakıyorsun durmadan?” dedim. Gamze’ye, “Gamze flasterle poşeti getir” dedi. Gamze flaster ve poşeti getirdi. Poşette mavi çarşaflarla örülmüş büyüklü, küçüklü ipler vardı. Niyetlerinin kötü olduğunu anladım. “Siz manyak mısınız?” dedim. Bunun üzerine Suna ÖKMEN “birkez daha konuşursan ağzını flasterle kapatır, ellerini bağlarız” dedi. Bende “vay be gerçekten sen yaparsın, ama birgün senin gözlerine bende rahat bakacağım” dedim. “Birgün senin mezarının üzerinde otlar bitecek. ö lüler bakamaz” dedi. O anki duygularımı anlatamam. Sanki boğuluyordum. Aklıma birden Latife EREREN ve şimel AYDIN geldi. Bu resmen bir işkence ve bunlarda işkenceciydi. Demek ki Latife ve şimel’e de böyle yapmışlardı. Oysa dışardayken bize ne kadarda farklı anlatıyorlardı. Sözde bu insanlar kendi suçlarını itiraf etmişler ve bir fiske bile yemeden öldürülmüşlerdi. Oysa ajan ve polise bile “işkence yapmayız” diyorlardı. Birde örgüt insan haklarından, demokrasiden yanaymış gibi görünüyor ve işkenceye karşı olduğunu söylerlerdi. Onlar değilmiydi “işkence insanlık suçudur” diyen. Suna ÖKMEN’e “hani işkence yapmazdınız” dedim. “Sen düşmansın, hem ağzını topla bana işkenceci diyemezsin” dedi. Bende “demek ki savaşlarda herşey mübah öyle mi?” dedim. “Kes sesini” dedi. Onlar değilmiydi “insanlık onuru işkenceyi yenecek diyen? Ve onlar değilmiydi? Szdeö demokratik kurum ve kuruluşları aracılığıyla veya kişisel başvurularıyla insan hakları mahkemelerine, uluslararası af örgütlerine “Türkiyede işkence var” diye şikayetlerde bulunan. Oysa işkencenin olduğu yer belliydi, işkenceyi yapanlarda.

Bu konuda oldukça deneyimli oldukları ve azımsanamıyacak bir birikim ve maharetle gerçekleştiriyorlardı işkencelerini. Bu insanlar gerektenç devrim yapsalar (!) ya da amaçlarına ulaşsalar, nasıl bir insanlık anlayışına sahip oldukları ve nasıl bir ülke yaratacakları konusunda da bilgi veriyordu pratikleri.

Bir türlü uyuyamadım. Bir sağa, bir sola dönüp duruyordum. O kadar çok uyumak istiyordum ki. Uyumak ve hiç uyanmamak. Sabah olmuştu. Koğuştakiler herzamanki gibi kalktılar. Her sabah 08.00’de, “kahvaltı” derlerdi. Yemek saatlerinde “yemek” hazır diye anons yapılırdı. Ama gün boyu anonslardaki değişiklikler gözüme ç arptı. Sabah koğuş nöbetçisi bağırıp “arkadaşlar herkes kahvaltıya, sucuklu yumurta, peynir, börek” diye bağırdı, “mis gibi mercimek çorbası var soğumadan aşağı inin, köftede var nar gibi kızarmış vs…” diyorlardı. ıçimden “Allah Allah, ne kadarda görgüsüzler ve alçaklar. Benim yemek ve suya dayanamıyacağımı zannedip, kendilerince beni etkilemeye çalışıyorlar” diye düşündüm. Daha önce 43 gün aç kalmıştım. Ama susuzluğun ne demek olduğunu bilmiyordum. Onların bu psikolojik taktiklerinin boşa olmadıınığ bununla da diğerleri gibi ustası oldukları işkence yöntemlerinden biri olduunuğ 3-4 güne kadar kavrayacaktım. üstelik 43 günlük zorla açlık grevinin üzerinden daha, henüz bir hafta geçmişti. Bünyemde zayıftı, içim kavruluyordu. Suna ÖKMEN “Hadi Semra bugün 4. gün. Bırak katır inadını. Latife 2. gün su diye inledi” dedi. “Ne demek istiyorsun” deyince, “kızım polisle anlaşmanı anlat. Bak biz Ankara’da 11 kişiydik. Füsun’u kurtarabildiler mi? Hemde o MıT’in adamıydı. Konuş, suyunu al rahat rahat geber, kimsenin umurunda bile değilsin” dedi. Sinirlendim. Perdeleri yırtmaya ç alıştım.

Bu kontrolum dışındaki bir tepkiydi. Resmen sinir küpü olmuştum. ıçimden nefret, öfke, tiksinti gibi duygular çok youn olğarak geçiyordu.

Bunun üzerine ellerimi, ayaklarımı ranzaya bağladılar. Sabah 8, akşam 8 sayımından sonra tuvalete götürüyorlardı. Artık ailemle de görüştürmüyorlardı. Tuvaletteki ayna da, ben perde arkasına alındıktan sonra kaldırılmıştı. Bu arada tuvalet kullanımı da farklılaşmıştı. Kapı ardına kadar açıktı ve bana bakıyorlardı. Yani tuvalet ihtiyacımı giderirken. çok ilginçti doğrusu, insanlar alçalabilir, küçülebilirdi ama kimse bu insan müsvetteleri kadar düşkünleşemezdi. El yüz yıkamakta yasaktı. Günlerdir su vermiyorlardı. 7. güne kadar sağlıklı sayabildim kaç gün olduğunu. Etlerimin morardıınığ ve derimin sarktığını görebiliyordum. Ayağa kalkamıyordum artık. Suna ÖKMEN aynı zamanda hemşireydi. Hemşireler, hastaların, yardıma ihtiyacı olan insanların hizmetindedirler. Görevleri insanlara yardımcı olmak şifa dağıtmaktır. Suna ÖKMEN ise hemşirelik döneminde öğrendiklerini, şifa daıtmak i&ğccedil;in değil, pislik saçmak için kullanıyor, becerisini akıl almaz işkence yöntemlerine dönüştürerek uyguluyordu. Zorla tansiyonumu alıyor, ateşimi ölçüyordu. Tuvalet ihtiyacımı gidermek için ayağa kalkamıyordum, ama sık sık tuvaletim geliyordu. Buna anlam verememiştim. Dayanamayıp işkenceci hemşireme danıştım ”Ben su içmiyorum, bu nedir” dedim. Gülerek, “Latife’de sormuştu. 20 gün olsada sıvı ç ıkarırsın, insan vücudu kolay kolay pes etmez” dedi. Sık sık gelip, neremin ağrıdığını, ne gibi rahatsızlıklar duyduğumu soruyordu. Cevap vermiyordum. Ama astımlı gibi nefes alıyordum, kalbim ağrıyordu ve kulaklarım uğulduyordu. En ufak bir sese bile tahammülüm yoktu. Sanki beynimi oyuyorlardı.

Koğuşta hiç yemek pişirmeyenler “kek türü” şeyler pişiriyorlardı. Anlaşılan bütün koğuş beni sorgulamayı sistemli bir kampanya haline dönüştürmüştü. “ıçim yanıyor kalsiyum sandoz versene” diyorlardı. Tam kulağımın dibinde sandozu bardağa atıyor, çıkardığı sesi dinletip perde arkasından lakır lakır deviriyorlardı midelerine.

Artık etlerim kokuyordu, dudaklarım, dilim resmen kupkuru olmuştu. Ağzımın içi sanki lağım çukuru gibi kokuyor, midem yanıyordu. Karşımda sürekli benim yaptığım hareketlerin aynısını yapıyordu nöbetçiler. Buna tiyatroda “hamur” oyunu diyorlarmış. Bu da psikolojik yöntemdi sinirlerimi zayıflatmak için.

Artık leğen getirip kollarımdan tutuyorlar ve bende bir damla sıvıyı büyük bir sancıyla leğene boşaltıyordum. Kaçıncı gün olduğunu bilmiyordum. Beni ranzadan indirip “tutunarak ihtiyacını gider” diyorlardı. Tabi bunu kibarca sylemiyorlardı.ö Kolumu bıraktıkları anda kafam o berbat çiniye çarpıyordu. Filiz GENç gelip müdahale etti “Bu köpeği itiraf yapmadan kafasını yere vura vura geberteceksiniz, bundan sonra indirmeyin, eldiven takıp altından alın” dedi.

Eli kolu bağlı, savunmasız bir insana karşı yaptıkları bu davranışlarla zeka düzeyini ve kapasitelerini gösteriyorlardı. Filiz GENCER’in söylediği cümledeki “bu köpeği” kelimesine çok öfkelenmiştim. Köpek kimdi acaba? Aşağılık komplekslerini tatmin etmek için savunmasız bir insana yönelik hakaret, küfür, küçümseme yarışına girenler değil miydi acaba? Birde “devrimciler küfür etmezlermiş!” Böyle yaparak ne kadar keskin devrimci olduklarını, örgütlerine ne kadar bağlı olduklarını ya da ne kadar güçlü olduklarını ispatlamış oluyorlardı, hastalıklı ve basit kafalarına göre. Kemikleşmiş bir kaç kaşarın dışında, genç insanlar daha önceleride benim yaptığım gibi terör örgütlerinin karalama kampanyalarından etkileniyorlardı aslında . Hele o liseli ufak kızlara hiç kızamıyordum doğrusu. çünkü hepsi ne yaptığının farkında bile değillerdi. Diğerleri ise ne kadar aşağılar, küfür eder ve hakaret ederse o kadar kendini kanıtlamış oluyorlardı sevgili örgütlerine. 40 yaşını devirmiş Hayriye GüNDüZ, bu kampanya esnasında daha önceden boğularak öldürülen 18 yaşındaki şimel AYDIN’la aramda kıyaslama yapıp, tipik yaşlanmış bunak kadınlık kaprislerini kusuyordu sanki. Yine Yasemin OKUYUCU, Gülizar KESıCı, Münevver GöZ, Asuman öZCAN, Münire DEMıREL, Funda DAVRAN, Birsen KARS, Gülay KAVAK, Ergül UZUNDıZ, Nilüfer ALCAN, Seyhan DOğAN ve Hatun POLAT gibileri. Aslında ortada tam anlamıyla traji komik bir durum vardı. Artık çürümüş bitmiş ve kendileriyle bile kavgalı durumda olan bir yığın insanın neye karşı olduklarını bile bilmedikleri bir mücadele. Dışlanmışlığa, bir baltaya sap olma özlemlerine, basit kadınlık güdülerinin yönlendirdiği, kıskançlık ve çekememezliğine esir olmuş manyaklar güruhu. Durumlarının farkında bile değillerdi.

Artık eldiven takıp, Filiz’in dediğini yerine getiriyorlardı. Kabus gibiydi. Bir an evvel ölmeyi ve kurtulmayı düşünüyordum. Etimin kokusuda beni rahatsız ediyordu. Bilerek koğuşa parfüm sıkıyorlar, karavana çalıyor ve toplu marş söylüyorlardı. çünkü susuzluktan ölüm noktasına gelen insan nefes almakta zorlanır ve sesten rahatsızlık duyardı. Galiba Latife ve şimel’den olduka deneyçim kazanmışlardı.

Bu sıralarda Filiz GENCER yanıma geldi. “Bak Semra su istiyor musun?” dedi. Doğrusu susuzluktan çenem açılmıyordu. Yataktan dorulamıyordum.ğ Boynumu tutamıyordum. Bebek gibi bakıma muhtaçtım. “Evet” dedim. “O zaman itiraf yap, herşeyi anlat” dedi. Bende “Ajan ya da işbirlikçi değilim, beni siz yalana zorluyorsunuz” dedim. Filiz “Sen yalan söyle, biz doğruları alırız” dedi. Bende “Peki ben polisin ajanıyım. Görevim cezaevi hakkında polise bilgi vermek” dedim. Ama bu cümleyi alabilmek için teybi ağzıma dayamak zorunda kaldılar. çünkü hem sesim çıkmıyordu, hem de “ben” demek için bile enerji gerekiyordu. Neredeyse bu cümleyi 2 saatte konuştum. Gözlerimin karardığını hissettim. Gözlerimi açtığımda, başımda, daha sonra ölüm orucunda ölen ılginç ö zkeskin vardı. Elinde seyyar kabloyla çektikleri ampul vardı… ılginç aynı zamanda doktordu. Nursel Demirdövücü’de hemşireydi. Nursel’in işkenceci hemşirem olan Suna’ya “Bir daha ayağına iğneyi batır bakalım” dediğini duydum. Ben gzlerimiö açınca Suna ÖKMEN “Numaracı, bayılma numarası yapıp, sorgudan kurtulacağını mı sandın. 2 saatlik baygınlık mı olur?” dediğini belli belirsiz duydum. ılginç özkeskin hemen gitti. Suna bana serum taktı. 3 gün boyunca serum takmaya devam ettiler. Filiz GENCER “Yeter bak 3 gündür sana serum takıyoruz. Artık sağlıklısın. Adam gibi konuş” diyordu. Bende sürekli “Su verin” diyordum. Beynim dönüyor sanki aklım gidiyor - geliyor gibiydi. Serpil ise “Biz seni susuzda yaşatırız” diyordu ben su isteyince. Bende “Nasıl olsa beni böyle öldüremezsiniz. Herkes anlar işkence yaptığınızı” diyordum. Oda “Sen bizi salak mı sandın! Seni öldürür, öldürür yine diriltiriz. Ayrıca sen istesen bile biz seni böyle gebertmeyiz” diyordu. “O zaman su ver” diyordum. Kızıp gidiyordu.

Ağzım hala kup kuruydu. Leş gibi kokuyordu. Halsizdim. Fakat zannedersem serumdan kaynaklanıyordu. Ağzıma bir serinlik geliyordu. Bunalıyor ve sadece ölmeyi düşünüyordum. Kendi kendime “Beni serumla ne kadar yaşatırlar?” diye düşünüyor ve yaşıyor olmama şaşırıyordum. Serumla yaşatabilecekleri aklıma hiç gelmezdi çünkü. Hala eldivenle altımdan almaya devam ediyorlardı. Yeni doğmuş bebek gibiydim. Hiç bir ihtiyacımı karşılayamıyordum. Latife ve şimel’i şimdi aklımdan hiç çıkaramıyordum. Eğer bunları yaşamasam ve gerçek olduğunu bizzat yaşayarak öğrenmeseydim bu yntemleriö uyguladıklarına kimse inandıramazdı beni.

Benden her itiraf almaya geldiklerinde, su alabilmek için “ajanım” dedim. “ıyi ama şimdi ne itiraf yapacağım” diye kara kara düşünüyordum. Bu nedenle onlara “beni iyileştirin, su vermezseniz itiraf yapmam” diyordum. Onlarda “önce konuş” diyorlardı. Bende “ajanım işte konuşmuyorum. O zaman öldürün” diyordum. O zaman çok kızıyor ve “Adi f….., köpek sen işbirlikçi deil, fağşist ideolojiyi benimsemiş bir ajansın. Polissin. Abilerine mi yaranacaksın? Gebereceksin işte konuş seni iyileştirir yine aynı şeyleri yaparız. Salak mısın sen? Kendine eziyet ediyorsun. Hani? Polis abilerin nerede? Onların umurunda bile değilsin? Umurunda olsan, seni öldürelim diye buraya gönderirlermiydi hiç? Evlerinde buz gibi sularını içiyorlar. Hem senin o masum, bebek suratına ne oldu böcek gibi oldun bak. Gerek yüzçünü açığa çıkardık” dedi Filiz. Suna’ya “aynayı getir” dedi. Bana “yüzünü görmek ister misin?” Bak burnunda kocaman olmuş” dedi. Gerçekten korkunçtum. Benmiydim acaba? Yüzümün her tarafı pul pul olmuş ve sivilce dolmuştu. Sanki bir iskelet kafası gibiydi. çukura inmiş, gözler simsiyah, incecik bir deri, burnum kocaman olmuş yüzümün rengi mor sarı karışımı ölü suratı gibi. Baygınlık geçirecektim sanki bu tablo karşısında. Mezardan fırlamış bir hayalet gibi…Kendime de kızıyordum “iskelet gibi olmuşum ama bir türlü ölemiyorum” diye.

Filiz Gencer “Söyle bakalım Semra ölülerin önce neresi kopar?” dedi, sonrada “burnu. Bak burnun ne kadar kocaman olmuş, kopacak” dedi. Serumla ayaktaydım ama durumumda farklılık yoktu. Kollarımdan tutup ayağa kaldırıyorlardı. Ama bıraktıklarında yine düşüyordum. Yastıkları yükselttiler. Ayaklarımın altınada yastık koydular. Filiz GENCER, “bak kızım sana pahalı serum takıyoruz, hadi konuş” dedi. Evet bana pahalı serumlar takıyorlar, iyileşmem için çaba gösteriyorlardı. Bunu beni çok sevdikleri için değil, iyileştikten sonra itiraf yapacağımı zannettikleri için yapıyorlardı. Oysa benim yapacak itirafım yoktu. ıtiraf edecek bir şeyim yoktu çünkü.

Ben arada bir delirdiğimi zannediyor, sonra kendime geliyordum. çeşit, ç eşit hayaller görüyordum. Filiz GENCER Suna’ya “koğuşa taşıyın” dedi. Nursel DEMıRDöVüCü, Havva SUıçMEZ, Yasemin OKUYUCU, Birsen KARS, Münire DEMıREL, Gamze BAYRAM, Asuman öZCAN, Gülizar KESıCı, Filiz GENCER, Serpil YILDIZ, Funda DAVRAN koğuştaydı. Bana yine serum taktılar. Münevver KöZ ve Serpil YILDIZ yanıma geldiler. Serpil “Semra, ranzanın altına bomba yerleştirdik. Savcı, müdürler aramaya gelecekler. Sesini çıkarırsan burayı havaya uçururuz” dedi. Benim bağırmamdan ç ekiniyorlardı. çünkü daha evvel iki kez sayım esnasında baırmıştım.ğ Demek ki, arama esnasında da bağırmamdan çekiniyorlardı. Sayımlarda “bana işkence yapıyorlar, gelin, bakın” diye bağırmıştım. Kafasını uzatarak bakmaya çalışan gardiyanı engelleyerek “hadi git, o hasta” demişlerdi. şimdide kendilerince önlem almaya çalışıyor ve bana “ranzanın altına, bomba yerleştirdik, sesini çıkarırsan havaya uçururuz” diye tehdit ediyorlardı.

Serpil, Suna’ya “yüzünü duvara çevir” dedi. Ben aramaya gelince bağırmaya karar verdim. Sonucu ne olursa olsun, bağırmaya kesinlikle kararlıydım. Savcı benim işkence yapılmış halimi görür ve beni öldürseler bile, işkenceci yüzlerini duyurmuş olurum, hem ölümde benim için kurtuluş olur, diye düşündüm. Ayrıca ranzanın altına bomba yerleştirme meselesinin, beni kandırmak için yaptıkları bir blöf olduğunu anlayabiliyordum.

Savcı içeri girer girmez, DHKP/C temsilcisi Sadi Naci öZPOLAT “çabuk arayın, arkadaşımız hasta” dedi. Aynı anda bende “ışkence yapıyorlar” diye bağırdım. Savcı “Bakacağım” diye Sadi’yle tartışıyordu. Sadi ise “Açlık grevinde delirdi” diyordu. Savcı “Bakacağım, o zaman hastaneye yatırırız” dedi. Suna ÖKMEN ağzımı kapatıyor, Nursel DEMıRDöVüCü ise bacaklarımı tutuyordu ve bana “Semra, korkma o savcı, sana işkence yapan polis değil diyordu. Suna Savcıya, “çıkın işte sizi polis sanıyor” dedi. Bende Suna’nın elini ısırdım. “Yalan söylüyorlar, gelin bakın, bunlar işkence yapıyor” dedim. Savcı ile Sadi epeyce tartıştılar. Suna ÖKMEN “öldüreceğim işte çekin gidin” deyip boğazıma yapıştı. Filiz’e “öldüreyim mi?” dedi. Filiz Gencer “Bırak, sakın yapma” dedi. şadi, Savcı’yı apar-topar dışarı çıkardı. Funda DAVRAN ise, suratıma okkalı bir tokat yapıştırıp, küfürler yağdırdı. Filiz GENCER gelip “bırakın yüzüne vurmayın” dedi. Serpil “Seni boğarım köpek, anladık düşmansın, düşmana mesajda gönderdin. Artık kes sesini” dedi. Daha sonra “bir daha çeneni açarsan seni susuz, susuz yollarım öteki tarafa dedi. Beni tekrar perde arkasına taşıdılar. Sesimi duyurabildiğim için oldukça rahatlamıştım. En azından, bundan sonra resmi olarak birilerinin durumumdan haberi vardı. Bu arada işkencecilerim kudurmuştu ama… bağırmam işe yaramıştı. özellikle Suna “elimi köpek gibi ısırdın. Senden bunun hesabını soracağım” deyip duruyordu. Yaptıkları işkenceyi gizleyebilmek için, ellerinden gelen herşeyi yapıyorlardı. ışkence yapmayı doğal görüyorlardı ama bunun ortaya çıkmasından çekiniyorlardı. “Ne dediysek yaptık, ne yaptıysak savunduk” diyenlerin hali aslında yürekler acısıydı. Her taraflarından riyakarlık akıyordu. Yaptıklarının doğru olduğuna inanmıyorlardı ki savunsunlar. Hem işkenceye karşı olduğunu söyleyip, hem de işkence yaptıkları açığa çıktığında inandırıcılıkları kalmazdı çünkü. Bu yüzden uzmanı oldukları işkence yöntemlerini, perdelerin arkasında yapmalı ve herkesten gizlemeliydiler. Ama çekirge bu sefer sıçrayamamıştı. Kızgınlıklarının, ö fkelerinin nedeni, yakayı ele vermiş olmalarındandı.

Az sonra Filiz GENCER yanıma geldi. “Provokasyona yönelik en ufak birşey yaparsan gazetelere -ajan- diye manşet yaparım. Sen ajanlığını ispatladın. Sen resmen polissin” dedi ve Suna’ya “Serum takmasını” söyledi.

Ertesi gün Filiz GENCER yanıma gelmişti. Halsizdim, sanki bir tek kalbim çalışıyordu. Aklım ne kadar başımdaydı bilemiyorum. Tuhaf, tuhaf hayaller görüyordum. Vücudum, vücut olmaktan çıkmış, kokmuş bir et yığınına dönüşmüştü. Serum takacak damar bile bulamıyorlardı. Filiz, yarım çay bardağı su ile birlikte gelmişti. “Bak su vereceğim anlatacak mısın?” dedi. Dengesizleşmiştim. Saçma-sapan şeyler söylüyor, bir kaç dakika sonra kendimde şaşırıyordum. Mesela; “suyu ver, konuşacağım” diyordum. Suyu verince “bir daha ver o zaman” diyordum. “Birden veremem, miden bozulur” diyordu. “o zaman sigara ver” diyordum. “olmaz, hastasın” diyordu. Kendimi gerçekten ajan zannediyordum. Bilincim yerinde değildi. “Ajanım ama konuşmam” diyordum. Arada bir saçmalıyordum, hafifçe tokat atıyordu. “Bu savaş siz size, ben bize inanıyorum, beni netleştiremezsiniz” diyordum. Onlar da “saçmalama, bizim seni netleştirmek gibi bir derdimiz yok. Zaten geberteceğiz konuş artık” diyorlardı.

Daha önce de belirttiğim gibi ajan yada provokatr olmayı iösterdim. Ama değildim. Böyle yüklenildiği için bilincimde böyle kalmış sanırım. Ajan gibi hissediyordum bazen kendimi. Bilincim yerindeyken de beni öylesine zorlamışlar ve o kadar çok işkence yapmışlardı ki, iddialarını kabul etmek zorunda kalmıştım. Ama iş itiraf yapıp, herşeyi anlatmaya gelince tıkanıyordum. ç ünkü ortada ne itiraf yapacak şey, ne de anlatılacak gerçekler vardı. Yaşadığım bunca işkencelerden sonra, ölümde artık hafif geliyordu ve ölümü de göze almıştım. ölmeyi gerçekten istiyordum. Bu yüzden “evet ajanım ama korkmuyorum öldürün” diyordum. Onlarsa benden itiraf almadan ö ldürmeye yanaşmıyorlardı. Bu yüzden ortaya garip bir durum, bir kör döngü ortaya çıkmıştı. Bir yandan ajan olup konuşmayan birisi, diğer yandan itiraf yaptırmadan öldürmek istemeyen işkenceciler. Ben de bir çıkmaz iindeydim,ç işkencecilerde.

Filiz GENCER; “Götür bunu yatır, serum tak, yemek ver” dedi. şok oldum. Yemek ve su …şaşırdım. Su ile karışık süt verdiler. 3-4 kez azar azar verdiler. Gamze başımdan tutuyor, kaldırıyor ve süt iiriyordu.ç Sabaha kadar uyumuşum. Gerçi sabah mı? akşam mı? bilemiyordum. Artık hiç soru sormuyorlardı. Uyandığımda kolumda serum vardı. Suna ÖKMEN’in elinde bir tepsi. “Hadi yine iyisin. Siz olsanız bize yemek vermezsiniz” diyordu. Siz-Biz kendilerini ne kadar kaptırmışlardı bu sizli-bizli savaş oyunlarına. Saçmaladığının farkında bile değildi. öfkem iyice artmıştı. “Madem öyle, madem beni öldürecekler” dedim içimden “bakın ben size ajan neymiş gösteririm. Size istemediiniz kadar iğtiraf yaparım” dedim ve başladım içimden anlatacağım senaryoların kurgularını düşünmeye örgütün son dönemlerde nerelerde operasyonlar yediğini tek tek düşündüm. Ve kafamda hayali bir itiraf taslağı oluşturdum.

Bana süt içiriyor, peynir, pekmez vs. yediriyorlardı. Tuzsuz ç orba içiriyorlardı. 3-4 gün boyunca böyle devam etti. Artık ayağa kalkabiliyordum. Tutuna tutuna tuvalete gidebiliyordum.

Filiz GENCER yanıma geldi. “Evet Semra, artık iyileştin. Bize itiraf yapman iyi olur” dedi. ışin ciddiyetini kavramıştım. “Ajanım” desem itiraf istiyorlar, “değilim” desem işkenceye devam ediyorlardı. Artık yaşadıklarımdan bıkmıştım. Ailemi düşünmüyordum. çünkü düşündükçe yüreğim daralıyordu. Kabuslar görüyordum. Vurdumduymazlık oyunu oynamaya başladım. Kendi kendime “herşeyden zevk al” dedim. Mesela; kahvaltı getirdiklerinde “susuzluu düşün,ğ tadını çıkar” diyordum. Aklıma ailem geldiğinde, bu düşünceyi aklımdan çıkarıyor, bana acı verecek her türlü düşünceyi “ölene” kadar erteliyordum. Unutmak, düşünmemeye çalışmak en iyisiydi. Yaşadığım koşulların zorluğu, gördüğüm işkenceler, içinde bulunduğum çıkmaz, bana zaten yeterince acı veriyordu. Birde bu acılara yenilerini ekleyip, kendi durumumu daha fazla zorlaştırmak ve daha çekilmez hale getirmek istemiyordum. Bir çıkış bulabilmem ve içinde bulunduğum bu iğrenç durumdan kurtulabilmem zaten mümkün değildi. Daha fazla düşünmek ve kafa yormakta, bana birşey kazandırmıyordu. “Her şey nasıl olsa olacağına varır deyip, içinde bulunduğum durumu kabullenmek ve sonucu beklemekten başka yapacak birşey yoktu. Ben de kendimi oyalamaya, zaman geçirip, bir an önce sonucu görmeye çalışıyordum. Bu arada, kendimle, geçmişimle ve yaptıklarımla, köklü ve amansız bir hesaplaşma yaşıyordum. Boşa geçirdiğim yılların, boş hayallerin, yaşadığım ve yaşattığım acıların ağırlığını yüreğimde daha fazla duyuyordum. Bu örgütü ve bu insanları daha önce tanıyamamış olduğum için kendime kızıyordum. Kullandıkları süslü cümleler ve alakalarının bile olmadığı yaldızlı iddialarla zehirlediklerini gencecik insanlara acıyordum.

Onlara seslenebilmeyi ve “kanmayın bu örgüte, yalan söylüyorlar, onlar insanlıktan, dürüstlükten anlamazlar. Sizi, sizin temiz duygularınızı kullanıyorlar. Kirli işlerini size yaptırıp, bunun halk ve devrim için olduğuna inandırıyorlar sizi… ışleri bittiğinde, ya da isteklerini yerine getiremediinizde,ğ sizin, onların gözünde hiçbir değeriniz kalmaz, yaklaşmayın bu örgüte. Yaklaştıysanız bile; büyük acılarla karşılaşmadan, büyük acılar yaşamadan ve yaşatmadan önce, henüz vakit varken uzaklaşın. Elinizi asla kana bulamayın. Bu örgüt size acıdan başka birşey veremez vb.” şeyler söyleyebilmeyi; onlara, henüz göremedikleri ya da görmek istemedikleri gerekleri anlçatmayı ç ok istiyordum.

Filiz GENCER’e “Bak ben ajan falan değilim. Susuzlua dayanağmadım. Ajanım dersem hemen öldüreceğinizi zannettiğim için iyileştirirseniz itiraf yapacağımı söyledim” dedim. Filiz GENCER kızdı ve “bunu sandalyeye oturtun. Aklı başına gelinceye kadar uyumayacak” dedi. Kaç gün bilmiyorum. Sandalyede oturuyor ve hiç uyumuyordum. Uyuklar gibi olduğumda da hemen uyandırıyorlar. Arada bir samaç davranışlarda bulunuyor, kabuslar, hayaller görüyor ve nöbetçilerle “uyuyacağım” diye kavga ediyordum. Filiz GENCER yanıma gelerek, “Ajanım de köpek” diyerek, teybi ağzıma yaklaştırdı. Bende “ajanım, tamam uyumak istiyorum” dedim. Sorular sordu. Her sorduğu soruya ajanmış gibi, daha önce kafamda oluşturduğum senaryoları sıralayarak cevap veriyordum. Ben anlattıkça o soruyor, söylediklerimi zorla yazdırıyordu. Uykusuzluktan sarhoş gibi konuşuyordum. “Hepsini anlatana kadar yatmayacak” diyerek çekip gitti.

Yine geldi. Bu kez “Ben ajan değilim. Yalana zorluyorsunuz. Artık yalan söyleyecek beynim kalmadı. Artık senaryoda uyduramıyorum. Uykum var” dedim. Bana “Sen o kadar zeki olamazsın. Bu kadar isabetli yalanlar uyduramazsın… Bildiğin şeyler var. Yalan söylüyor, aralara doğruları serpiştiriyorsun, yaşamak için direniyorsun, itiraf etmesen de öleceksin” dedi. Bende “ışkence yapıyorsunuz, bende yalan söylüyorum. Tahmin yapıyor, kurgu yapıyor, sonra da ajanmış gibi itiraf ediyorum. Doğrular tesadüftür. üstelik artık delirdiğimi zannediyorum” dedim. Suna ÖKMEN’e “elini, azını,ğ ayağını bağla” dedi. Sandalyeye oturttu. Yine uyutmuyorlardı. Suna ÖKMEN, “ınatı,ç uyku sorununu da aştın. Ama biz sana gösteririz” dedi. Ayağımın, birini bir ranzaya, ötekini de diğer ranzaya bağladı. “ıyi bak, böyle bağlarlar. Siz bağlıyorsunuz ya hanımefendi” dedi. “Biz kim? Sen manyak mısın” dedim. Ağzımı ve arkadan da ellerimi bağladı. Sürenin ne kadar olduğunu bilmiyorum. Yemek yediriyorlardı. Ayaklarım ve ellerim şişmişti. Ovuyorlardı. Uyuklayınca uyandırıyorlar, “deli numarası yapma” diyorlardı. ılginç hayaller görüyordum. Kendimi bazen bir gemide, bazen de okulda zannediyordum. Kabus ve hayallerin ardı arkası kesilmiyordu. Arada bir kendime geliyordum. O zaman da cezaevini ve gerçekliğimi hatırlıyordum. Bu dnemlerde öyine Filiz GENCER geldi. Suna ÖKMEN’e “Tuvalete götür, sandalyeye oturt” dedi. Kendisi de elinde iple geldi. “Korkuyor musun” dedi. Korkuyordum fakat “hayır” dedim, nasıl olsa ölecektim. “Yalancı rengin kül gibi oldu baksana” dedi ve gitti. Filiz GENCER arada bir geliyor, beni itirafa zorluyor, hakaretlerde bulunuyordu. Yine yanıma geldi ve “ajanım de köpek, anlat” diyerek beni tokatladı. Sarhoş gibiydim. Bazen benden ne istediklerini ve niye vurduklarını bile unutuyordum. O bana bir şeyler soruyor, bende anlatınca da “Kızım sen manyak mısın? Numara yapma” diyordu. Demek ki yine saçmalıyordum. “Hadi git yat, kalkınca anlatacaksın, tamam mı?” dedi. Yattım, ne kadar uykusuz kaldım ve ne kadar yattım bilemiyorum. Ama bugün bile uykusuzluk karmaşasını çözemiyorum. Uyuduktan sonra beni arada bir kaldırıyor, yemek yediriyorlardı. Benimse aklımdan yemeği bir an önce yiyip, uyumak geiriyordu.ç Bu yemeği kabul etmesem bile zorla yediriyorlardı yemekleri. Ben yemekle uyku arasında, uykuyu tercih ediyordum. Yemek vermeme, susuz bırakma, ranzaya bağlama, ayak ve azımın bğağlanması, küfür, hakaret, aşağılama, iple boğma provaları ve aklıma gelen-gelmeyen onlarca psikolojik yöntemden sonra uykusuzluğu da tatmıştım. Hepsinin yaşattıığ acılar, yöntemlerin farklılığına göre değişiyordu. Fiziksel olarak oldukça kötü bir durumdaydım. Psikolojimse alt-üst olmuştu. Kafamı toparlayamıyordum. özellikle uykusuzluk döneminde kendimi iyice kaybetmiştim ve bu sürede kabuslarla, hayallerle geçmişti. Bazen nerede olduğumu unutuyor ve kendi gerçekliğimi yitiriyordum. Bu zebanilerin arasında kalmak bile insanı tedirgin ediyordu ve başlı başına bir işkenceydi zaten. Bu kötü günlerin son bulacağına ve buradan kurtulacağıma ihtimal bile vermiyordum.

Bir gün beni kaldırdılar. Birbirinden güzel yemekler getirmişlerdi. “Bugün yılbaşı” dediler. Benimle dalga-geçtiklerini düşündüm. Fakat yine de yemekleri yedim ve yattım. Tekrar kalktığımda her taraflara yıınaklarğ yapmışlardı. Tuvalete giderken bile yığınakların üzerinden atlamak zorunda kalıyor, atlarken düşüyordum. çünkü henüz tam olarak iyileşmemiştim. Kafam darmadağınıktı ve birşey hatırlayamıyordum. Kafamı toparlamak için çaba sarfetmeye başladım. Zaman zaman toplu olarak slogan attıklarını duyuyordum. Uzun süre düşündükten ve onların kendi aralarındaki konuşmalarını dinledikten sonra nerede olduğumu bana yaptıklarını hatırlamaya başladım.

Olan biteni ve yaşadığım süreci kavradıktan sonra benimle uğraşmıyor olmaları dikkatimi çekti. Ne başımdaki nöbetçiler gözlerini ayırmadan bakıyorlardı, ne de beni sorguluyorlardı. Sadece yemeiğ mutlaka yememi istiyorlardı. Aşağı kattan TV haberlerinin sesi geliyordu. “Dışarıda kar yağıyor ve burası Bayrampaşa Cezaevi’nin önü, içeride hala barikatlar var. 3 gün süre tanındı…vs. şeklinde bölük-pörçük haber seslerini duyuyordum. Perde arkasında Nursel ve Yasemin, şarap şişeleri ile birşeyler yapıyorlar ve harıl harıl bir gidiş-geliş trafiği. Ayrıca, Gamze’ye molotof tarifleri… vs. veriyorlardı. Radyo dinliyorlardı. Oysa benim sorgumun sürdüğü bütün bir süreç boyunca koğuşta radyo dinlemek yasaktı. Amaçları, benim dünyayla olan bağlantımı kesmekti. Ama, yemekhaneden ve karşı koğuştan gelen televizyon haberlerine sürekli kulak kabartıyordum. Onlar, beni herşeyden tecrit ederek, iyice yalnızlaştırarak, psikolojik olarak zayıflatmaya çalışmışlardı. Ben her uyanıp yemek yerken, koğuşta neler olup bittiğini çözmeye çalıştım. Ancak birkaç gün sonra ümraniye Cezaevi’nde çatışma olduğunu, bu nedenle barikatlar kurduklarını anladım.

Bu süreçten biraz faydalanarak, kendimi toparlamaya ve dinlemeye çalıştım. Sadece neler yaşadığımla ilgilenmeye gayret ediyordum. Ailemi düşündüm. Ne yapıyorlardı acaba? Kimbilir beni ne kadar merak ediyorlardı. Bu konu çok üzüyordu o nedenle hemen kafamdan atıyordum bu üzüntülü düşüncemi.

Yine bana uyguladıkları işkence yöntemleriyle, ne kadar süre işkence yaptıklarını düşündüm. Bir ara “ajanlığı” kabul edip, hayali itiraflarda bulunmuştum. Açlık, uykusuzluk, susuzluk, psikolojik işkence yöntemleri, şeytana taş çıkartacak binbir çeşidi…vs… Hepsini tek tek geçirdim aklımdan. Hatırlamaya, anlamaya, kavramaya çalıştım. Hala, bu iğrenç, ruh hastası, kompleksli işkenceci mahlukların arasındaydım. Hepsinden tiksiniyor ve nefret ediyordum. öfkemin, kızgınlığımın, kinimin sonsuza kadar geçmesi asla mümkün değildi. Birkaç gün boyunca, benim kafamdan bunların geçtiği süreçte barikatları kaldırdılar. Yaşadıklarım bir korku filminden alınmış sahneler gibiydi. Barikattan sonra, normal yaşama dönmüşlerdi. Beni yeniden sorguya almalarını, ya da öldürmelerini bekliyordum. çünkü beni iyileştirmiş, yeniden sağlığıma kavuşturup, kendimi toparlamamı sağlamışlardı. Beni öldüreceklerse bile, iyice iyileştirmeleri, vücudumda işkence izlerinin kapanmasını beklemeleri gerekiyordu. Latife ve şimel’e de belli ki, böyle yapmışlardı. çünkü aksi halde işkence yaptıkları açığa çıkar, başlarına iş alırlardı. Ben bunları düşünüp beklerken, ne beni sorguya aldılar, ne de başka birşey yaptılar. Birara işkenceci hemşirem Suna ÖKMEN yanıma geldi. “Gözünaydın, banyo yapacaksın, artık bitlendin” dedi. şaşırmıştım. Herhalde 1,5-2 aydır yıkanmıyordum. Tıpkı Aksaray’daki meşhur delinin saçları gibiydi saçlarım. Korkunçtu. ıyice uzamış, top, top olmuştu ve yapış yapıştı. Gözlerimin altı simsiyahtı. Artık tuvalete aynayı da yeniden asmışlardı. Yanaklarım ise, o güne kadar hiç olmadığı kadar tombuldu. Elim, ayağım şişmişti. Derilerim soyuluyordu. Vücudumdaki ve ellerimdeki morluklar kaybolmuştu. Tırnaklarım da hafif siyahlıklar kalmıştı. Tırnaklarımı tutup çektiğimde kağıt gibi yırtılıyordu. ıncecikti. Banyoda “Kaldır kolunu, soyun, yıkayacağım seni” dedi. Kolumu kaldıramıyordum. O hem yıkadı. Saçlarımla uğraştı, ama açamadı, yıkama işlemi bitince, beni giyindirdi. Henüz tam iyileşememiştim. Yürürken sendeliyor, düşüyor, kollarımı yukarı kaldıramıyordum ve hareket ettirmekte güçlük çekiyordum. Hala sersem gibiydim. Beynimin içinde sanki sis bulutları dolaşıyordu. Bazı şeyleri hatırlayabiliyor, fakat tam olarak neler olduğunu anlamakta güçlük çekiyordum. Bir belirsizlik perdesi vardı ve bir türlü tam olarak kalkmıyordu. çözemediğim şeyler üzerinde düşünüp, sis perdesini yavaş yavaş aralamaya gayret ediyordum. Hayalleri, kabusları, işkenceleri hatırlıyordum. Bana yaptıkları işkence yöntemlerinde net olarak hatırlıyordum. Fakat uykusuzluk ve susuzluk döneminde geçici olarak bilinç kayıpları yaşamıştım. Bunlar kafamda iz bırakmıştı. Halen hafızamı tam olarak toparlamakta güçlük ç ekiyordum. Bugün bile tam olarak çözemediğim karmaşa dönemleri var. Beni artık sorgulamaya almadıkları, iyileştirmeye başladıkları, uykusuzluk dönemlerimi ve sonrası, toparlamakta ve çözmekte zorlandığım dnemlerimdenö her birisi.

Arasıra erkekler koğuşundan gelenler oluyor, video çekimi yapıp, kendi aralarında konuşuyorlardı. Beni niye videoya çektiklerini, maksatlarının ne olduğunu ve bu çekimler sırasında neler söylediğimi ve yaptığımı bilmiyorum. Bunu halen hatırlamıyorum. Fakat o dönemde, Bayrampaşa Cezaevi’nde olan ve daha sonra Kırklareli Cezaevi’ne gelen bir arkadaştan bu kasetin içeriini öğrğendim. Bu çekimleri yaptıktan sonra, işkenceci şefler, kasetleri videodan tüm kouşağ seyrettiriyorlarmış. Kasetteki kişi, yani ben, saçları dağınık, deli tipli, ucube birisiymiş. Konuşmalarımdan çıkardığı sonuç, kafasını yediği ve deli olduğuymuş. Ama işkenceci şef, “Kurtulmak için deli numarası yapan bir ajan” diyormuş, sürekli kaseti seyrettirirken. Bu şef, Ercan KARTAL’mış. Onlara küfür ediyormuşum, ajanım konuşmam vs. diyormuşum. Arada bir anlamsız şeyler söylüyormuşum. Ama örgütün iddialarının tümü yalandı. Ben ajan değildim. Fakat yedikleri operasyonların ve örgütün dağılmasının hesabını verebilmek için günah keçisine ihtiyaçları vardı. Benden istedikleri de ajan ya da işbirlikçi olduğumu ısrarla kabul etmemi söylemeleriydi. Sonra da beni öldürüp, dosyayı kapatacaklar, operasyonlara neden olan “Haini bulduk ve cezalandırdık, hiç bir suç cezasız kalmaz, yaşasın halkın adaleti” diyeceklerdi. Ama işler umdukları gibi gitmemişti. Ben çetin ceviz çıkmıştım ve iddialarını kendi istedikleri doğrultuda ve içlerine sinecek şekilde kabullenmemiştim. Uzun bir süre sonra yaptığım her sahte itirafı da, kısa bir süre sonra geri almıştım. Birkaç kez çığlık atarak, durumumun Cezaevi ıdaresi Savcısı tarafından öğrenilmesini sağlamıştım. Sonradan öğrendiğim şeylerden biri de, durumumun basında da yer aldığıydı. Ailemde bunu öğrenmiş, cezaevindeki örgüt temsilcilerine baskı yapmaya başlamıştı. Bu durum onların kafalarındaki planlarını hayata geçirmelerini zorlaştırmıştı. Cezaevinde, kendi durumları açısından da kritik bir dönemeç yaşıyorlardı ve içerideki durumlarını zorlaştıracak tavırlardan uzak durmaları gerekiyordu. ışkence yaptığına ilişkin söylemler her tarafta ayyuka çıkmıştı ve böyle olmadığını da ispatlamaları gerekiyordu. Bu yüzden beni iyileştirmeye başlamışlardı. Ancak benim üzerime, haince, adice, hayvanca ve iğrenç bir biçimde öylesine büyük bir baskıyla gelmişlerdi ki, iyileştirmeye başladıkları döneme kadar, neredeyse uygulamadıkları, psikolojik ve fiziki işkence yöntemi kalmamıştı. Bu bende çok derin fiziksel ve özellikle de psikolojik etkiler bırakmıştı. Israrla benden ajan olduğumu kabul etmemi istemişlerdi. Direnç noktamı çok fazla zorlamışlardı. öyle ki bir dönem kendimi, gerçekten ajan gibi hissetmeye ve bu duyguyla hareket etmeye başlamıştım. Bana “Siz olsanız böyle yapardınız, şöyle yapardınız” şeklinde geliyor ve gerçek bir ajanmışım gibi davranıyorlardı. Ben de onlara gerçek bir ajanmışım gibi tavırlar alıyor ve yanıtlar veriyordum. Onlar toplu olarak marş söylediklerinde, ben de milliyetçi marşlar söylüyordum. Bunlar yarı bilinçli, yarı bilinçsiz yaptığım şeyler olmakla birlikte, içimde onlara karşı yaşattığım öfkeyi, kini dışa vuruş, ifade ediş biçimimdi. Koşullarının ve sürecin uygun olmaması nedeniyle beni ö ldüremiyorlardı. Ama bana karşı düşmanca yürüttükleri karalama kampanyaları ve uyguladıkları psikolojik işkence yöntemlerinden de vazgeçmiyorlardı. Sadece fiziksel işkence yapmaktan vazgeçmişlerdi. Ben de onların bu yöntemlerine, kendi yöntemlerimle cevap vermeye çalışıyordum. Ortaya tam bir sinir savaşı ç ıkmıştı.

Artık günde üç kez yemek geliyordu. Yemekleri yemek zorundaydım. Yemeklerin içine bazen tutam tutam saç kılları atıyor, su sürahisinin üzerine sümük bulaştırıyorlardı. Yatağım leş gibiydi ve pislikten kokuyordu. Zannediyorum, çekimini yaptıkları şeylerden bazıları bunlardı. Koğuşta bunları başlatıp, belkide aralarında gülüyorlardı. ınsan denen varlığın bu kadar aşşağılık, tiksinti verici iğrenç ve nefret duyulabilecek bir varlık olduğunu hatırlamam için, onların yüzünü görmem yetiyordu. Bunlar insan olamazlardı. ınsan kılığına girmiş insan müsveddeleri, insanlığın yüz karası, utanç verici, ucube yaratıklardı sadece. Kinim, nefretim bin kat daha artmıştı. Gerçekten ölmeyi istiyordum. Ama bunun nasıl olacağını bilmiyordum. Suna ÖKMEN’e “Beni niçin öldürmüyorsunuz?” diyordum. “Zamanı gelince, merak etme” dedi. Nöbetilerç ben uyanık olduğum sürece, yaptığım her hareketi taklit ediyorlardı. Resmen sinir krizleri geçiriyordum. Tırnaklarımı yiyerek, kazağımı söküp ipleriyle oynayarak, saçlarımı tel tel koparıp oynayarak kendimi avutmaya, bu tür oyunlarla oyalanmaya ve onları tahrik ederek, beni öldürmelerini sağlamaya çalışıyordum. Saç tellerimle tişörtümün üzerine yazıp sonra da okumalarını sağlıyordum. Herşey bana o kadar inanılmaz geliyordu ki, sanki bir film setinde, sinema çekiyorduk. örgütün bir militanı olarak girmiştim cezaevine. şimdiyse bu yaşadıklarım; rüyadan, kabustan, filmden öte şeylerdi. Filmi seyredersin biter. Rüya görürsün sona erer. Ama bu bitmiyordu. Bazen kendime “Acaba ben ajan mıyım? diye soruyordum. Sözde bu örgüt insan hakları savunucusuydu. Oysa bunlar, ancak ve ancak insan hakları tüccarları olabilirlerdi. Ne büyük bir iki yüzlülük örneiydiğ sergiledikleri. Ama onlar için, iki ya da daha fazla bir yüzü olmak bir anlam ifade etmiyordu.

Ailemi, rüyamda görüyordum. Geceleri kalktıımdağ koğuştan fızıltılar geliyordu. Birbirlerine “Yat, yat, yine o bağırdı” diyorlardı. Anlıyordum ki kabustan dolayı çığlık, atmışım. Bu çok sık oluyordu. şu rüyamı hiç unutamıyorum. Gökyüzünde bir balon uçuyor ve ufak bir çocuk gülerek el sallıyordu. Ben de rüyamda ona gülümsüyordum. Nöbetçim Gamze BAYRAM beni dürttü. “Pis hain, alçak, yoldaşlarımız ümraniye’de öldü diye gülüyorsun değil mi?” dedi. Gamze BAYRAM tam bir ruh hastası ve sadistti. Onunla hep kavga etmişimdir. Gerçi hepsiyle kavga ettim. Yine Funda DAVRAN, Sevinç KOCAKAFA, Yasemin OKUYUCU, Suna ÖKMEN, Nursel DEMİRDÖVÜCÜ, Birsen KARS, Filiz GENCER, Serpil YILDIZ, Havva SUİÇMEZ, Asuman ÖZCAN, Hayriye GÜNDÜZ, Gülay KAVAK, Münire DEMİREL, Gülizar KESİCİ, Hatun POLAT ve şu anda sıralamadığım bir çoğu ilginç, kompleksli, ruh hastası, sadist tiplerdi. özellikle ruh hastası olduklarını o kadar iyi kavrıyordum ki. Ayrı dünyadan bakıyordum onlara. Onları daha iyi görebiliyor ve çözebiliyordum.

Suna ÖKMEN hariç nöbetçiler değişmişti. Yeni yeni insanlar tutuklanıp geliyordu. Birgün gece nöbetçi uyandırdı. Filiz GENCER’in yanına götürdü. Galiba 96 şubat sonuydu. 95 Temmuz’unda sorguya almışlardı, 96 şubat olmuştu. Filiz teybi açtı. “Evet Semra, artık iyileştin, herşeyi tek tek anlatacaksın, biz senin yeniden o koşulları kaldırabileceğini düşünmüyoruz” dedi. Ajan olmadığımı vs… anlatmaya çalıştım. Kızdı, bağırdı, çağırdı. “Senin delilik numaran bile ajan olduğunu gösterir” dedi. Manasız, manasız suratına bakınca, hatırlamıyor musun?” dedi. Dalga geçerek, “Abilerin taktikleri iyi öğretmiş, ama sen sonuna kadar dayanamıyor ve pes ediyorsun, mertçe ajanım desene” dedi. Ben de “değilim ki” dedim. Bir tokat attı. Tehditler, konuşmalar, olmayan itiraflara zorlamalar. “Kalemi, kağıdı vereceğiz. ıtiraf yapmazsan, herşeyi göze alır, aynı koşulları yaşatırız. ıstediğin zaman iradeni nasıl kullandığını gördük, yine dayanırsın” dedi. Bende “Söyleyecek bir şeyim yok” dedim. O da “Elmi yaman beymi yaman” dedi ve beni yukarı ç ıkardılar. ılginç duygular yaşıyordum. Bende verdikleri kağıda ajanmış gibi yazılar yazdım. Ama bunlar, itiraf değil savunma gibiydi.

“Milletime; DHKP-C denilen bu örgüt insan hakları tüccarlığı yaparcasına bana şu şu şu … işkenceleri yaptı. şimdi beni ölüme mahkum edip, sizden özür dilememi istiyorlar… Devlet lehine çalışmak hainlikse hainim…” böyle epeyce yazdım ve ıstiklal Marşının “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var, ulusun korkma nasıl böyle bir imanı boğar” kıtasının tamamını yazıp, boğar kelimesinin altını çizerek onlara verdim. Zaten artık salıklığ da düşünemiyordum. Amacım onları tahrik etmek ve bu süreyi kısa tutmaktı. Bu yazıyı verdikten sonra beni bir daha hiç sorguya almadılar. Hergün nöbetilerleç tartışıyordum. Onlarda aşşağılamalarına devam ediyorlardı. Yalnız hiç sorguya almadılar. Suna ÖKMEN de dahil bütün nbetçilerö değişti ve gözaltım hafifledi. Ben onlara sataşınca, taklit vs. Yapıyorlardı ama, ben ses çıkartmadığımda normal davranıyorlardı. Bu şekilde aylar bıkkınlık, sıkıntı ve bezginlik duygularıyla geçiyordu. Bu süreden sonra bırakılana kadar, üzerime gelmediler. Beni bıraktıkları zamana kadar, onların içinde olmanın dışında bir sıkıntım kalmamıştı. Onların günlük koğuş yaşamlarını ve davranışlarını gözlemleyerek günlerimi geçirmeye çalışıyordum. şahit olduğum birçok şey içerisinden bir tanesi beynime kazındı. Bunu aktarmak istiyorum. Nöbetçilerimden Nilüfer ALCAN ve Hülya GüLCAN ortak bir çalışma yapıyorlardı. Nöbetçim oldukları için perde arkasında çalışıyorlardı. Bu bir broşürdü. 95 ınsan Hakları ıhlali konusunda gazete küpürlerinden haberler topluyor, yazılar yazıyorlardı. Akıllarınca 1995 yılında, insan haklarına yönelik ihlalleri derleyerek bir kitapçık haline getirmeye çalışıyorlardı. Oysa sadece kendilerinin insanlık dışı tutumlarını ve insan onuruna yönelik aşağılamaları bir kitapta toplamaya çalışsalar, bir kaç ciltlik bir kitap yazmaları gerekirdi. Onları, insan hakları tüccarı olarak görmemin nedeni de buydu. Zaten, insan haklarını savunuyor gibi görünüp, bu kisve altında, bu kadar büyük bir ustalıkla, kan dökmeyi, işkence yapmayı ve katliamlar gerçekleştirmeyi ancak bu ikiyüzlüler becerebilirlerdi. Gerçekten oldukça şaşırtıcıydı.

Günler, aylar böyle birbirini kovaladı. En son (lümö orucu dönemi) Filiz GENCER (42 günü açlık grevinin) beni çaırdı.ğ “Semra, bugüne kadar sen bize hiç yardımcı olmadın. Evet yanıldık. Ama sende bize yardımcı olmadın. şimdi nöbetçilerle artık tartışma. Biliyorsun açlık grevindeyiz. Onlar hasta. üstelik herşeyi unutup bizimle olmanı istiyoruz. Sen hatalısın. Oyun oynamasaydın, bize yardımcı olsaydın, durumlar böyle olmazdı” dedi. Ben çok şaşırdım. Yine, defalarca onlara ajan olmadığımı söylediğimi, ama işkenceyle kabul ettirmeye çalıştıklarını söyledim. Bana “Zulüm yapıyorsun diyorsun. Böyle yapmayacağımı anlamalısın.” dedi. Yani açıkça “Biz işkence yaptık, ama seni ajan sandık” diyemiyordu. ç ünkü, “Ajan olsam bile bana nasıl işkence yaparsınız demiştim. Onlarda bu durumu kapatıp tekrar “Bizimle ol” diyorlardı. Onların bu kadar pişkin olmalarına şaşırıyordum. Ama ılımlı bir politika izlemeliydim. çünkü oradan sağ olarak çıkmanın yolu buydu. Daha önceleri onlara sık sık “Zaten sağ bırakamazsınız, aksi takdirde işkence yaptığınızı açıklarım, bu da sizin işinize gelmez” diyordum. Asıl çekindikleri nokta buydu. Bana çok zor da gelse, ılımlı bir tablo çizmeye karar verdim. Onlara, yaşadıklarımı unutabileceğimi söyledim. Fakat içimde tarif edilemez bir öfke vardı. Ilımlı bir tablo çizmek zordu. Ama mecburdum. Tekrar, “Yaşadıklarımı unutsam bile bu koğuşta yaşamam mümkün değil” dedim. Onlar bırakamayacaklarını söyleyip, beni ikna etmeye çalıştılar. Tekrar ailemle görüştürmeye başladılar. Yaklaşık 10 ay sonra tekrar ailemle görüştüm. Kitap ve sigara verdiler. Gözaltı kalkmamıştı ama oldukça ılımlıydılar. Benim tek düşüncem, öfkemi ve kinimi hissettirmeden oradan çıkabilmekti. Bir gün geldiler. Sabah ve Hürriyet Gazeteleri’nde çıkan haberleri gösterip haberi yalanlayan bir yazı yazmamı istediler. Aslında haber doğruydu. Gözaltında olduğumu ve örgüt tarafından infaz edilmeyi beklediğimi yazıyordu. Benimle birlikte birkaç insana daha ilişkin bir haber vardı. örgütün amacı yaptığı işkenceyi gizlemek, haberi yalanlamaktı. Belli ki diğer insanları yumuşatmışlardı. ç ünkü Raziye KATIRCI’nın gözaltısı sona ermişti. Gerçi o fiziki anlamda işkenceli bir sorgu süreci yaşamamıştı. Fakat gözaltındaydı. Benim yumuşamayacağımı düşünüyorlardı. Tekrar tekrar kendileri ile birlikte olmamı istediler. Ben “Koğuşta yaşadığım süreçten sonra mümkün değil” diyor ve uygun bir tarzda reddediyordum. En son “Bayrampaşa özel Tip’te kalırsan bırakırız” dediler. Kabul eder gibi göründüm. 21 Kasım’da beni bu koşulla serbest bıraktılar. Ben savcı ile görüşünce durumu iyice kavradım. Sıkışmışlardı ve mecburlardı bırakmaya. Aynı gün savcıya “örgütçülerin olmadığı bir cezaevine gitmek istiyorum, bir gün dahi burada kalamam” dedim. Yardımcı oldu. Kırklareli’ye gitmem için ring ayarlandı. Asla sağ olarak çıkamayacağımı düşündüğüm cezaevinin bahçesine gittik. Bayrampaşa Cezaevi’nin bahçesi gzüme &öccedil;ok geniş, büyük geldi. Kafamda onlarca düşünceyle, kapısı açık ringe baktım…

Ringe bindiğim andan itibaren benim için yeni bir sayfa açılacaktı. Ama bu yaşadıklarımı ömrüm boyunca hiç unutmayacaktım. Bayrampaşa’da acılarla dolu 1,5 yıl geçirmiştim. Gerçekleri öğrenmiştim. şimdi ringe attığım adımla eski sayfayı kapayacak, güzel olan yeni sayfayı açacaktım. Bu iğrenç yüzlerden, işkencelerden, kabuslardan, hayallerden, acılardan ve ikiyüzlülükten kurtulmuştum. Ama izlerini hayatım boyunca üzerimde taşıyacaktım. Ve kaderimi bundan sonra terör örgütü değil, kendim belirleyecektim.

Semra DUYAR


BEN SEMRA DUYAR

1973 yılında İstanbul’da doğdum. İlk ve orta öğrenimimi tamamladıktan sonra, lise dönemimde örgütle tanıştım ve örenimimiğ yarım bıraktım.

Örgüte katılışımda ekonomik, sosyal, kültürel ve ailevi nedenlerin yanında, kendim ve insanlık için birşeyler yapma isteim varğdı.

Buna rağmen; örgüte girdiğim dönem, henüz politikadan, siyasetten anlamayacak kadar küçük yaştaydım. Belli bir olgunluğa erişince örgütün ideoloji, amaç ve yöntemleri noktasında çelişkilerim yoğunlaştı. Tutuklanma sürecimde, örgütü bırakmak istediğimi söylediğim andan itibaren yaşadığım 1,5 yıllık işkence süreci, aslında yaşamımda dönüm noktası oldu. Varolan çelişkilerin derinleşmesine ve yeni bir kararla, yeni bir sayfa açmama neden oldu.

Yaşadığım sıkıntılı sürecin etkilerini üzerimden atıp, örgüt içinde yaşadığım süreci kafamda sıfırladım.

Aslında bunları uzun uzadıya yazmama gerek yok. önemli olan yaşama yeniden tutkuyla, yanlışlarımla olgunlaşarak başlamamdı.

Yeni hayatım cezaevinde eşimle tanışmamla bir boyut ve anlam kazandı. Eşimle yeni tanıştığım dönemlerde, eşimin tanınmış bir itirafçı olmasından kaynaklı yoğun eleştiri ve tepkilerle karşılaştım. Eleştirilerin, eşimin tanınmış bir itirafçı yönünde olması ve bu nedenle kaygılar içermesi sakat bir mantıktı bana göre. çünkü sevgide böylesi hesapların olması doğru değildi. Eşim de, benim gibi yüce erdemlerin teorisi ile örgüte katılmış, ö rgüt içerisinde cirit atan pislikleri görünce bunu elinin tersi ile itmiş ve yeni bir yaşam umudu ile vicdani muhasebesini de yaparak teslim olmuştu. Tüm eleştiri, tepki ve kaygılara rağmen, eksiklerimizi doldurabilir, fazlalıklarımızı trpüleyebilirizö dedik ve sadece kendimiz için, kendimiz adına, kendimiz karar vererek evlendik. Bu zor koşullarda sevginin yanısıra acıları da yaşadık elbette.

Sonra hayatımın ikinci rengi doğdu. Bebeğimiz. Henüz 30 günlük bir bebekti ve aldığı her nefeste yaşamı tanımaya çalışıyordu. 30 günlükken babası öldürüldü. Belki benim çocuğumla aynı kaderi paylaşan yüzlerce bebek var. Ama genel anlamda itirafçılığa, özelinde eşimin tanınmış bir itirafçı olmasından kaynaklı önyargıların, çocuğumuza ileriki yaşamında yansıması, benim için bie endişe olarak hep varolacak.

Ben şimdi bir anneyim ve sorumluluğunu aldığım, bir hayat, bir insan. Bu çok ağır bir sorumluluk. çünkü, ona verebileceğim, ya da vermekte eksik kalacağım herşey onun ileriki yaşamını etkileyecek. Bir anne olarak onun manevi dünyasını sarıp, sarmalarsam, ileride yaşamın zorlukları karşısında eminim ki doğru durabilmeyi öğrenecektir.

Yukarıda ifade ettiğim gibi, ekonomik, sosyal, kültürel nedenlerin yanısıra, ailevi nedenler de beni örgüte sürükleyen durumdu. Bir manevi boşluk. Belki bu doldurulmuş olsaydı ben de hayat karşısında doğru kararlar alarak, insana ve insanlık adına birşeyler yapma isteğimi doğru bir şekilde yapabilirdim. ö nce kendime, sonra aileme ve daha sonra topluma faydalı olabilirdim.

şimdi ben bir çocuk yetiştiriyorum. Fakat benim koşullarım daha farklı. Bir cezaevi ortamındayım ve 24 saat beraberiz. Zaman zaman duygusallaşıyor, üzülüyor ve öfkeleniyorum. Bunları en aza indirgeyerek yansıtma çabasındayım. ç ünkü üzüntümü, sıkıntılarımı ona yansıttığımda belki babasızlığı daha derin hisseder, belki kendine güvensiz olur, belki onun manevi dünyasında tahribatlara yol açar.

Yine cezaevinde tek yaşasaydım odamı bir ev ortamına dönüştürmek için çaba sarfetmeyebilirdim. Bunlar ince ayrıntılar gibi görünebilir ama oyuncakların ya da benzeri süs eşyalarının onun görebileceği bir yerde olmasına özen gösterme çabam, onu ranzadan, betondan, parmaklıklardan daha uzak tutmak için. ince ayrıntıları düşünmemin nedeni, kendisini daha sıcak bir ortamda hissetmesini sağlamaya çalışmak. Burası cezaevi ve 30-40 insan var. Bu da, 30-40 değişik kültür anlamına geliyor. Koğuş kısmında zaman zaman tartışmalar, kavgalar vs.oluyor. Duyurmamaya, ya da oradaysam uzaklaştırmaya ç alışıyorum. çünkü, ileride yüksek sesin, tartışmaların, belki onda hırçın, âsî, isyankâr bir yapıya bürünmesine neden olabilir diye düşünüyorum. Bunlar önemsiz noktalar gibi görünse de, önemli aslında.

Her anne gibi ben de çocuğumu seviyorum ve onu sevgi ile büyütmeye ç alışıyorum. ıyi bir anne olmak istiyorum. İleride onun da sevgi ile çocuklar büyütmesi ve mutlu olması, ancak alabileceği sevgi ve şefkate bağlı bence. Yine kendisine özgüveni olan, arayıştan uzak bir kişilik sergilemesi de buna bağlı.

Özcesi; bir insanın gelecekte kendisine, ailesine ve topluma yararlı ya da zararlı olması, ailesinin ona verdikleri ya da veremedikleri ile paraleldir.


İTİRAFÇILAR

Örgütün içerisinde aktif faaliyet yürüttüğüm dönemde itirafçılığa ilişkin, örgütün ve farklı çevrelerin bakış açısını asgari olarak biliyordum.

Ancak bugünkü konumum gereği, bu konu beni daha yakından ilgilendirdiğinden daha fazla bu konuya eğilme gereği duydum.

Örgütler, itirafçılığı en fazla karalama gereği duyan ve anti propagandasını yapan çevrelerin başında geliyor. Demokrat kesim ise, bugüne kadar ortaya konan itirafçılık imajına ve “konum”larına göre, itirafçılığa karşıt bir tutum takınıyorlar. Kamuoyunda ise, genel olarak örgütlerin anti-propagandası ve demokrat çevrenin itirafılığaç ve itirafçılara karşıt tutumundan dolayı olumsuz imaja sahip.

Bugüne kadar itirafçılar, vuran-kıran bir canavarlarmış gibi lanse edilmiş ve onursuz, kişiliksiz gibi gösterilmeye çalışılmış. Bu yönde bir kanının oluşması için başta örgütler olmak üzere bazı çevreler ellerinden geleni yapmaya çalışmışlardır. Kimse insanların neden itirafçı olduğunu araştırmamış ve itirafçılık konusu üzerine eğilme gereği duymamışlardır.

İtirafçılar gerçekten de toplumdaki bir çok kesime göre en zor durumda olan insanlardır. Birincisi, genel olumsuz imajdan dolayı önyargıları göğüslemek durumundadır; ikincisi, bir misyondur itirafçılık. şöyleki; ya itirafçı olarak sadece “Pişmanım” diyeceksin, ya da vicdanî rahatlığın için acılarla edindiğin deneyimleri başkalarının yaşamaması için önyargı ve beraberinde yanlızlığı göğüsleyerek, misyonunun gereğini hiçbir çıkar gözetmeden yerine getireceksin. Doğru olan bu misyonu göğüslemeyi göze almaktır. Acı olan ise, önyargıların varolmasıdır.

Unutulmamalıdır ki, itirafçılar siyasal olarak verdiklerini düşündükleri mücadele ve bu mücadele yöntemlerine karşı çıkarak, kendini yenilemiş, bir çoklarının yaptıkları gibi ikiyüzlüce “Başıma birşey gelir” düşüncesiyle davranmak yerine tercihlerini yüreklice yapmışlardır. Bir kenarda durmaya çalışmamışlar, konumunun gereğini yerine getirmişlerdir.

ıtirafçılar artık kendilerini ait hissetmedikleri bir ö rgütün cezasını yattıktan sonra, dışarıda sıradan bir insan gibi yaşama şansına sahip değiller. Gelecek kaygısı, zorluklar onları bekliyor. Bununla birlikte, kendi yaşadıkları zorlukları başkalarının yaşamaması için ellerinden geleni yapmaya çalışmaları, en azından bu gerçeklikten toplumu haberdar etmek gibi bir sorumlulukları var. Haklarındaki olumsuz imaja rağmen, kendilerini ifade edebilecekleri platformdan da yoksunlar. Tüm dileğim, önyargıların kırılması ve itirafçılarında kendilerini ifade edebilmeleridir.

Semra DUYAR


 

1