(RENKLER MASALI)

Hayatı dengede tutan zıtlıklardan hangisinin ortama hakim olduğunu anlayamamıştım. (zıtlığı oluşturan unsurlardan biri bu odada hakim olsa dengenin sağlanması için dünyanın başka bir yerindeki bir odada zıddı hakim olacaktı).

Belki de burada denge vardı, veya biraz düşünürsem hakim rengi görebilirdim. Televizyonu kapatıp kulaklarımı dört açarsam inciler dökülmeye başlardı. Televizyonu kapatıp (şark köşesiyle nostaljik imajı vermeye çalışan bir çay eviydi) sedirime herkesi görebileceğim ve duyabileceğim bir yere kuruldum. Buradakilerle arkadaşlığım yıllar öncesine dayanıyordu.

Okuduğumuz lisede arkadaşlığımız dillere destandı. İnsanlar birbirimize gösterdiğimiz içtenlik ve dostluğu kıskanırlardı. O zaman da zıt tiplerdik aslında, belki de her birimiz dengeyi sağlamak için gruba sadık kalıyordu. Sanırım bu dengeyi sağlayabilme becerisi başarılı öğrenciler olmamızı sağlıyordu. Sonra üniversite yılları, birbirimizden koptuk. Çok uzun zaman aralıklarıyla görüşebiliyorduk. Zıtlıklarımız sırıtmaya başlamıştı. Bazen artık herkes kendi rengini seçip çekilmelidir diye düşünüyorduk, ama bir türlü kopamıyorduk. Eskiden birbirimiz için su gibiydik, her an birbirimize ihtiyacımız vardı. Şimdi birbirimiz için ilaç gibiyiz, ihtiyaç duyduğumuzda da dozu kaçırmamaya çalışıyorduk. Renkler belirginleşecek, kim bilir, belki bir gün birbirimiz için mikrop gibi ! olacaktık. Bir araya geldiğimizde genellikle susuyorduk. Bu şekilde sanki son görüşmemizden bu yana işlediğimiz suçlardan utanıyor, kaybettiğimiz ortak dostlara üzülüyor, gerçekleştirmediğimiz ideallere ve kendimize hayıflanıyorduk.

Lisedeyken birbirimizi bulduğumuzda durmadan konuşurduk, oysa şimdi sessizlik bütün seslerimizi bastırıyordu. Bir ayini andıran ve periyodik olmayan bu arada bir görüşmelerinde, herkes susarak sessizliğin gerekli ses olduğunu onaylıyordu. Sanırım herkesin zaten yeterince gürültülü bir beyni vardı, ve hepimiz fazlasıyla gürültülü bir ülkede yaşıyorduk, bu yüzden burada toplandığımızda susarak birbirimize açılıyorduk. Tek tük şaka yollu alışmalar, sıfır kilometre espriler, son okunan kitap bahisleri de olmasa bu ayinler iyice sıkıcı gelmeye başlayacaktı herkese. Kim ne derse desin, birbirimize karşı eski içtenliğimiz, harbiliğimiz kalmamıştı. Hatta bazen zoraki beraberlik yaşıyormuş gibi bir hisse kapılıyordum, yıllardır aynı devlet dairesinde çalışan, birbirine söyleyecek sözü kalmamış, artık yollarını ayırmak , bir an önce emekli olup rengini belirginleştirmek isteyen köhne memurlara benziyorduk, ürküyordum.

Bize artık buranın sahipleriymişiz gibi rahat ve dostane davranarak gönlümüzü hoş eden genç garson demli bir çay dağıtımı yaptı. Getirdiği kaseti teybe takıp gitti. Çaylarımızı yudumlamaya başlamıştık ki müzik sesi yavaşça sürünerek ilerleyen sinsi bir yaratık gibi içeriyi doldurmaya başladı. İçimdeki musikiyle dışarıdaki musiki kol kola girip dans etmeye başladılar. Bu müzik sanırım yağmurlu bir geceyi anlatıyordu. Daracık bir sokakta iki kişi koşuyorlardı. Önde çelimsiz bir suçlu, arkada daha çelimsiz bir çocuk, küçük su birikintilerinden çamurlu sular sıçrata sıçrata koşuyorlardı, yağmur –keman- yağmaya başladı, önce hafiften çiseledi, sora delice, her tanesi çılgınca, bilinç sahibiymiş de yer yüzünde bir delik açmak için saldırıyormuş gibi yağmaya başladı. Ruhumla beraber bedenimi de farkında olmadan kaptırmıştım müziğe, parmaklarım, ayaklarım tempo tutuyordu. Birisi uyarıyormuş gibi bir sesle:

- ‘’Beş dakika boyunca hiçbir hareket yappma’’ dedi, “parmakların, ayakların teprenmesin, sadece otur, gözlerini kapatmadan öylece dur”.

Neden demeden dediğini yapmaya koyuldum. Bütün vücudumu durdurdum, sadece yavaşça nefes alıp veriyordum. Beynimi boşlukta gibi hissettim. Hiç durmadan bir şeylerle uğraşan, çalışan, birileriyle konuşan, okuyan, izleyen, gülümseyen, uyuyan, oturan, yürüyen, etrafa bakan, anlatan, dinleyen ben, ilk saniyelerde şunu anladım ki sadece durmak sıkıcı bir şeydi ve bundan korkuyordum. Sadece durmak, -beş dakika bile olsa- uzayda asılı kalmış gibi, bir taş gibi, cansız bir varlık gibi. Daha ilk dakikada varlığım bir yük gibi üstüme çökmeye başladı, kendimi yalnız hissettim. Sadece durmak zor bir şeydi, kendini yukarıdan görüyordu insan. Bir kameraya binmiş gibi, kamera kafama üstten bakıyordu, birden hızla yukarı çıkmaya başladı. Önce çay evinin tavanından çıktı. Sadece ben görünüyordum, engeller, başkaları yoktu, yükseldi, yükseldi, etrafımdaki cisimler, insanlar, şehirler küçüldü, küçüldü. Hiçbirşey görülemez oldu, ama ben görünüyordum, orta yerde bağdaş kurmuş bir adam. Tüm güneş sistemini alacak kadar uzaklaştı kamera, ben hala görünüyordum, bağdaş kurmuş bir adam. Hayretim artıyordu, ürküyordum. Bu kadar küçük olduğumu hissetmem için ille de hiçbir şey yapmadan öylece oturmam mı gerekiyordu? Artık dikkatimi dağıtma ihtiyacı hissettim, gayri ihtiyari parmağım oynadı. Suskun:

- ’’İki dakika yirmiiki saniye’’ dedi kurrnazca gülerek.
Ben de güldüm, yalnızlığımı ve dikkatimi dağıtmak için. Karşımda oturan Yorgun da sürekli parmaklarıyla müziğe tempo tutuyordu. Bu oyunumuzu sevmemişti.

- ‘’Bu bir sınav mı? ‘’ diye sordu hafifççe sert bir edayla. - ‘’Evet zor bir sınav ‘’ dedi suskun. Yoorgun sinirlice bir kahkaha attı:

- “Hahhahhaa , varlık bilmecesi, yokluk hhissi, karmaşaya inat sükuneti yaşamak, ölümü ensesinde hissetmek, ölümü özümsemek, varlığı özümsemek, korkuyu hissetmek, korkuyu kabullenmek, korkudan korkmamak, meditasyon, düşünmek, anlamak, yolu görmek, yolu hissetmek, yola adım atmak, ve sonra belki, belki ağır adımlarla, ağır ama tutarlı adımlarla yürümek ha! Kırkayak gibi, önce hangi ayağını atacağını düşünürsün, ayakların karışır, yere düşersin. Her zamanki tarzın, hiç değişmemişsin, değişmemeye devam edersen tüm trenleri kaçıracaksın, müziğe parmaklarıyla tempo tutanların şimdi anladıklarını hasta ve yaşlı bir adam olarak ölüm döşeğinde anlayacaksın, kimden bulaştı bu düşünceler sana, bu ağırlık , bu uzaya bakıp sızma hali kimden bulaştı. Şairlerden mi? Bu hallerin olmasa çok verimli bir tiptin sen, zekisin de, ama ne yapıyorsun, düşünüyorsun, hindi felsefesi!”. İşte Yorgun, uzun yıllar sonra aniden içini dökmüştü. Kutsal sessizliğimizi bozan ilk cesur adımdı bu, söylediği her cümlenin bir tarihsel arka planı vardı, belki de müzik onu içini dökmeye zorlamıştı. Hızla konuşmuş, konuştukça heyecanlanmıştı, şimdi cevap bekler gibi bir hali vardı. Suskunun cevap vermesini bekliyorduk. Hiç istifini bozmadı, düşüncesini mimikleriyle yansıtmamakta üstüne yoktu. Kısa bir suskunluktan sonra:

- ‘’Çektiğin acılara yazık olmuş, seni ollgunlaştırmaları gerekirdi, onları kabul edebilseydin, buyur edebilseydin, böyle soluksuz konuşmazdın. Kendini unutma sevdasına kapılmış gibi böyle durmadan hareket etmezdin. Binlerce adım attın cici ayaklarınla ama hala olduğun yerdesin, neden? Çünkü attığın adımları hissetmiyorsun, bastığın yeri görmüyorsun. Hareket ediyorsun, hareketin zamanın ilerlemesini sağlıyor sadece hareket olmasa zaman olmazdı çünkü, hareket etmeden durabilirsen zaman duracak, geçmişi ve geleceği göreceksin, ayakların yere basacak, ağır adımlarla yürümeye başlayacaksın, adımların yeri tutacak, yerde ayak izlerin kalacak, bıraktığın izlerin bilincinde olacaksın, böyle çabuk sinirlenmeyeceksin.” Yorgun ayağa kalktı, sigarasını krize girmiş esrarkeşler gibi tüttürüp, iki sedir arasındaki birkaç metrelik mesafede gidip geliyordu.

- “Haklısın” dedi, haksızsın der gibi birr halde, kelimeler beyninden ağzına birbirlerini ite kaka hücum ediyormuş gibi hızla konuşmaya devam etti:
- ”Aptallık ettim ben, hiçbir şeye bulaşmmamalıydım değil mi? Dünya kuruldu kurulalı zulüm zaten vardı, varsın olsundu, her zaman vardı, öyle ya problem şimdi her şeyin gözünüzün önünde yapılıyor olmasıydı. Belki de televizyonu açıp ta lanet olası haberleri izlemesem günlerce askıda kalmayacaktım, her tarafıma elektrik vermeyeceklerdi ha! Doğru, bu zor zamanda yaşamak başlı başına bir ibadet, o zaman yaşamaya bakalım sonra bir gün çizgili pijamalarımız da olurdu belki, haberleri seyredip uykudan önce izlemiş çocuklar gibi uyurduk tatlı tatlı, kim ölmüş, niye ölmüş, sanane! Öyle ya, insan olarak en başta kendimize karşı sorumluluklarımız vardı, bir iş, bir eş, çocuklar, gelecekleri... savaşı, bilgiyi, göçü kendi içimizde yapmalıydık, vatani ve milli görevlerimiz yeterdi, özenle taramalıydık saçlarımızı, bir gün kesmek isteseler saçlarımızı, boyun eğmeliydik, saçlarımız rüzgarlarla savrulacak kadar, yüreğimiz şiirlerle dağlanacak kadar özgür olmamalıydı hiçbir zaman! Anne babamızın, devlet büyüklerimizin elini öpüp başımıza koymalı, çalına çalına bir pul kadar kalmış nimetlere şükretmeliydik, düşünmek, anlatmak, kutsal merak bunlar gençlik heyecanlarımız, önemli olan hiçbir şey yapmadan oturup kısık gözlerle hayata bakmak, sonra da ‘ne acayip be, kainata baksana... ‘” kısa bir süre sustu ve durdu. Suskunun yüzü asılmış, göz ucuyla bana bakıyordu.

Yorgun sigarasının dumanını üfledi, tekrar volta atıp konuşmaya başladı:
- “Ben uzayı ezberledim dostum, dünyayı ttanıdım, sen ne yaptın peki? Tamam, kabul ediyorum, acı çektin. Puslu bir sonbahar sabahında hayatın kadar sevdiğin ağabeyin vuruldu. Kanlarını toplasan beş para etmez iki haince, sonra baban öldü, acil servise gelmiştim, ben senden daha telaşlıydım, sadece göz yaşların akıyordu sonra annen öldü, acıydı, acını paylaştık, her ölümle daha bir sustun. Dünyanın basitliğini, insanın acizliğini bir tek sen anladın sanki. Belki de Buda gibi bir ormana kaçıp orada daha iyi susmayı hayal ettin. Artık hiç birimizi eskisi kadar sormadın, içten sarılmadın… Bilgeliği mi arıyorsun ? Mecburen yaşıyorsun da ölümün gelip seni kurtarmasını mı bekliyorsun ? Neden kendi hayatını boğuyorsun ? Neden zekanı yok ediyorsun ? Üniversite sıralarındayken her zaman ‘daha yapacak çok iş var ‘ deyip dururdun.Ya şimdi ? Sadece susuyorsun..” Oturdu, derin bir iç çekti. Bir sigara daha yaktı. Tekrar sessizlik başladı. Suskun cevap vermeyip yorgunu kızdırıyordu, o da sustu. Bu kez bilgin başladı konuşmaya, hep en son konuşurdu zaten, bekliyorduk. Elindeki kitabın yarısını kıvırmış elinde, sakince konuşuyordu:

-“ Seni iyi tanıyorum Yorgun” dedi, ’’Lissedeyken bize okuduğun şiirlerden biliyorum seni. Hatırlar mısın? en özel zevkin loş bir odada tek başına oturup sigaralı, demli çayla şiir kitaplarına boğulmaktı. Her zaman bulanıktı beynin, acelen vardı, uğruna ölünecek bir şeyler bulmalıydın, Neden mi ? Çünkü bilincin bozuk şekillenmişti. ‘Babam gaddar bir adam, annem aptal bir kadındır’ derdin. İlkokul öğretmeninin geri zekalı, kaprisli bir kadın olduğundan bahsederdin, sana bunları hiç söylememiştim, ama keşke söyleseydim, seni karşılıksız seven tek dostların bizlerdik, ailen bile bir sorumluluğu yerine getirelim de vicdanımız rahatlasın diye severdi seni. Sonra ayrıldık, üniversitede yalnız kaldın, Yalnız kalınca, tüm çarpıklığın sorumlusu senmişsin gibi hissettin. Bir an önce yolunu çizmeliydin ama sen çizecek kadar sabırlı da değildin, başkalarının çizgilerine hemen ayak uydurdun. Hızla yürümeliydin, hata yapmamalıydın, kafanın üstünde onlarca kitap üst üste konulmuştu, onları düşürmeden koşmalıydın, koştun, çelme taktı yayınevi sahipleri. Ruhun acıdan sızlıyordu zaten, işkencehanelerde bedenin de nasibini aldı. Ne bekliyorsun şimdi ? Biri çıkıp sana dünyadaki tüm ezilenler adına teşekkür mü etmeli ? Neden, kime kızıyorsun ?”

Bilgin ‘in konuşması sert bir tarzda sonlanmıştı. Yorgunun yüz hatları gevşedi, arkasına yaslandı, bizlere acıyormuş gibi baktı, sonra kapadı gözlerini, tekrar parmaklarıyla müziğe tempo tutmaya başladı... Elimde, ağlıyormuşum da gözlerimi gizlemeye çalışıyormuşum gibi tuttuğum gazeteyi katlayıp önümdeki sehpanın üzerine bıraktım. Vakit epey geç olmuştu, içeride benden başka kimse kalmamıştı. Son günlerde yaşadığım en uzun beş dakikalardan biriydi.

İçimdeki üç adama bir daha görüşmek üzere söz verdim ayrılırken. Eve gidip uyudum, rüyamda yaşlı bir kadın gördüm, anneme benziyordu, yağmurlu bir sokakta ağlıyordu. Ürktüm.

Necmettin ASLAN

1