![]() |
![]() |
![]() |
Dost Net Banner Exchange Member |
![]() |
Anahtarı üstünde teslim edilen nükleer santral ile nükleer teknoloji arasında büyük fark vardır Atom bombası yaygarası ve sonrası Prof. Dr. Tolga YARMAN Gündemdeki, nükleer santral ihalesi çerçevesinde, çok kimsenin ağzında, ayrıca hayli uluorta, bir ''ulusal nükleer savunma'' lafıdır gidiyor... Bu bahsi yıllardır, öyle ya da böyle anlattım . Ama işte fazla okunmuyor ya da unutuluyor. O nedenle ilgililere, o arada, konu üzerine iyi niyetli, ancak bilgi yoğun olmaktan uzak görünen yazılar yazan, yurtsever değerli aydınlarımıza, konuyu bu aşamada, özetlemek gerekiyor... Önce şu birkaç kavrama aydınlık getirmeliyim. Zürih Havalimanı'ndan İstanbul'a uçmadan evvel Zenith marka bir saat satın alsanız, buraya, Zenith teknolojisiyle geliyor olmazsınız, değil mi? İsviçre'den, buraya bir ''saat imalat makinesi'' getirseniz, ülkemize ''saat teknolojisini'' , yine getiriyor olmazsınız. ''Saat teknolojisi'' farklıdır, ''saat imalat becerisi'' farklıdır. ''Saat teknolojisi''; ''saat imalat becerisini'' satın alarak edinmeyi değil; araştırma laboratuvarlarından üretim tezgâhlarına, yani bir nevi a'dan z'ye, üretebilecek olmayı içerir. Türk Hava Yolları, şimdi yarım yüzyıldan fazla zamandır, şükür, epey zamandır da kazasız belasız ''hava yolları işletmeciliği'' yapıyor. Uçaklar satın alıyor, uçaklar kiralıyor, uçaklar işletiyor. Ama işte görüldüğü gibi, ''hava yolu işletmeciliği'' başka, ''aviyasyon teknolojisi'' , yani motorundan gövdesine, elektroniğinden konforuna, ''uçak ve uçuş teknolojisi'' başka. Türk Hava Yolları uçak imal etmiyor. Etmesi de gerekmiyor, ''uçak işletmeciliği'' yapıyor. Bunun gibi, ''anahtar üstünde teslim, nükleer santral'' kurup, ''nükleer elektrik'' üretmek başkadır, ''nükleer teknoloji'' başkadır. ''Nükleer elektrik üretmek'' , tam da hava yolu işletmeciliği gibi, ''nükleer santral işletmeciliği'' demektir; ''nükleer teknoloji, ya da nükleer santral geliştirme faaliyeti'' demek hiç değildir. Gelelim ''nükleer bombaya...'' Nükleer bomba çağ atlamak değildir Şu gizemli konuya birazdan pek çok yönü itibarıyla gireceğim. Ama en önce şunu söyleyeyim. Nükleer santral kurarak, nükleer teknoloji geliştiriliyor olmayacağı gibi, nükleer bomba da yapılmaz. Başka bir deyişle, nükleer bomba yapmak için, nükleer santral kurmak gerekmez. Bombanın nasıl yapılacağını biliyorsanız (çok muhtemelen) İsrail'in yaptığı (ya da İsrail'in yapmasına göz yumulduğu) gibi, bomba malzemesi (uranyum-235 ya da plütonyum-239), ''çalmak'' yeterlidir. Bu malzemelerden herhangi birinden basket topu kadarı, koca bir kenti yerle bir edebilecek güçteki nükleer bomba olur. Bunu biz böyle yapalım diyor değilim. (Ayrıca birazdan göreceğiz, bomba yapmama yönündeki uluslararası yaptırımları imzalamış bulunmaktayız.) Ama bombayı, kolay yoldan yapanın, bunu nasıl yaptığını anlatmakla yetiniyorum. Tek başına nükleer bombayı yapmak da marifet değildir. Ziya-ül Hak 'ın deyişiyle, ''aç kalmak pahasına'' nükleer bombayı yapabilirsiniz. Ama bunu, doğal bir sanayi sürecinin ürünü olarak değil de, geri kalmış ülkenizde oluşturduğunuz bir ''teknik gelişme vahasında'' gerçekleştiriyorsanız (ki olabilir), ''ülke geneline'' , hiçbir katkı sağlıyor değilsinizdir. Bombadan önce, fakir bir ülkesinizdir; bombayı yapmış olarak ise, bombalı fakir bir ülkesinizdir! Pakistan, ne yazık ki buna bir örnek. Basın, hem de kıyamet kadar nükleer silahı olan, ancak nükleer santrallarını Batı'dan almaya yönelen Çin Halk Cumhuriyeti de bir örnek. Ama bu yazıda dikkate getirmek istediğim daha temel. Bu açıdan nükleer silahlanma yarışına bir göz atmamız gerekecek. Nükleer tırmanma ve silahsızlanma süreci Nükleer dehşet 1945'te, art arda Hiroşima ve Nagazaki'de, inanılmaz bir kâbus olarak somutlaştıktan başka; sonraki her basamağında, insanlığı, yeryüzünden daha, daha da çok silebilecek, benzersiz bir ''terminatör'' olarak, her tarafımızı sarmış; alabildiğine fecileşip, tam bir cehennem kurgusuna dönüşmüştür. Bu kurgunun, her bir kademesini, tüm teknoloji cephelerinde, dünyamızın en yetenekli, en ileri matematik zekâlı çocukları, nesilleri tutan uğraşlar uzantısında var ediyorlar; ancak her biri inanılmaz derecede dâhiyane olan söz konusu buluşlar, icatlar, yapıtlar, birbirlerine eklendikçe, ortaya son toplamda, çıka çıka, tüm insanlığı bir çırpıda yok edebilecek olduğu için, akıl almaz bir ahmaklık tablosu çıkıyordu... Ben bu tabloya, ''dâhiyane ahmaklık tablosu'' diyorum. 1950'ler sonrası dünyamızın yaşadığı silahlanma yarışı, adı da zaten ''nükleer çılgınlık dengesi'' olarak gerçek bir ''delilikti''. Karşılıklı, on binlerce nükleer başlık var edildikten başka, yüz binlerce nükleer başlık imaline yetecek kadar çok nükleer bomba malzemesi üretildi. Başlıklardan her birinin bir New York'u, bir Washington'ı, bir Moskova'yı, bir Pekin'i, bir Paris'i, bir Londra'yı, bir İstanbul'u, ağızdan yel alsın, yok edebileceği hatırlanırsa, şu tablonun nasıl tüyler ürpertici bir tablo olduğu daha iyi anlaşılabilir. Nükleer başlıkları, düşman hedeflere, uzaydan, şandelleme geçirerek, hepsi hepsi şöyle bir yirmi dakikada, bilemediniz yarım saatte taşıyacak kıtalararası balistik füzeler (ICBM, Intercontinental Ballistic Missiles), sonra balistik füzelere karşı füzesavarlar (ABM, Anti Ballistic Missiles), sonra sonra, füzesavarları aldatmaya dönük, düşman semalara girince, üçe, beşe, ona saçılan saçma başlıklı füzeler (MIRV, Multiple Independently Targeted Reentry Vehiciles), yıllar ve yıllar boyunca, nükleer strateji ve silahlanma yarışının ivmelenme odaklarını oluşturdu. Topyekûn bir nükleer saldırıya maruz kalınması durumunda, hâlâ daha ''mukabele kabiliyetine'' sahip bulunmak, çılgınlık dengesinin şah damarı olduğu için, yeraltında kazılmış tünellerde, biteviye dolaştırılan dev nükleer füzeler; bunun gibi denizaltılarda ve ultra modern ağır bombardıman uçaklarında sürekli, nükleer bir saldırıda mahvolma ihtimalinden uzakta, dolayısıyla bir ''mukabele cephanesi'' olarak gezdirilen nükleer silahlar, ucu bucağı belli olmayan bir maceranın halkaları olarak sahneye çıkarıldı. Her biri nefes kesecek ölçüde dâhiyane olan bu buluşlar, icatlar, yapıtlar, birbirlerine habire eklendikçe, son toplamda, tüm insanlığı bir çırpıda yok edebilecek ''akıl almaz bir ahmaklık tablosu'' oluşmaktaydı. İlave silahlanma manasızdı! Neyse ki, arada bir felaket yaşanmaksızın, böylesi bir tırmanışın sonunun olmadığı, o da, ancak 1970'lerin başlarında idrak edildi. Şöyle ki, ABD ile Sovyetler Birliği'nin birbirlerini biteviye tartabilen kapışma karakterleri çerçevesinde, o zamana kadar pek akla gelmemiş olan, basit bir ''teorem'' fark ediliyordu. Eğer söz konusu taraflardan biri, savunma maksadıyla olsun (stratejik) ilave bir üstünlük edinirse; bu, her halükârda, karşı tarafa bir tehdit olarak yansıyor; böyle olunca da, söz konusu tarafı, dengeyi yakalamak üzere, ilave silahlanma gayretleri yönünde, azdırıyordu. Yani: Silahlanmanın sonu yoktu. İlave silahlanma, dolayısıyla manasızdı! Ayrıca kaç defa ölecektik, değil mi? İşte neden sonra, bu basit olgu, idrak ediliyordu. Bu sebeple sonunda, nükleer silahların sayısının sınırlandırılması gerekti. Bağıl olarak, silahlarda azaltma programları başlatıldı. Ne ilginçtir ki, aynı çerçevede (olası bir nükleer saldırıyı önden haber verecek olan) erken haber alma cihazlarının dinleme menzillerinin bile, sınırlandırılması yoluna gidilmek gerekti. Kim ne derse desin, dünya egemenleri, hasmı yok etmek isterken son toplamda, ortadan kendilerini de silip külünü dahi bırakmayacak bir canavar yaratmıştır. Nükleer çılgınlık dengesi, bundan başka bir şey değildir. Eğer siz nükleer tetiğe basmıyorsanız, bu aslında, artık basamayacağınız içindir. Nükleer tetiğe ilk olarak kim basarsa bassın, davranışı, intiharla eşanlamlıdır. Çünkü karşı taraftan gelecek mukabele, ''nükleer tetiğe ilk basanı'' , onun hasma yaptığından, daha da beter edebilecektir. Siz, saldırıyı ilk başlatacak kadar ''cüretkâr'' ve ''hızlı silahşör'' olsanız da, böyle bir saldırıda karşı tarafı, hiçbir biçimde, tam imha edemeyeceksinizdir; onun, içinde olduğumuz evrede, her zaman yeraltında, denizaltılarda ve sürekli devriye uçuşları yapan uçaklarda dolaştırdığı, nükleer silahları, siz ona ölümcül darbeyi vursanız da, sizi topyekûn imha edebilecek bir yetide bulunacaktır. Siz işte, ne denli üstün olursanız olun, bunun için hiçbir suretle nükleer tetiğe basamamaktasınızdır! Bu olgu, Sovyetler Birliği (uzaya düşman nükleer başlıkları, uzayda yakalayıp yok etmeyi amaçlayan lazer silahlarının yerleştirilmesini kapsayan) Yıldız Savaşları Projesi'yle, teknik olarak çökertilmiş olsa da, hâlâ böyledir. Bütün bunlara rağmen; başta Batı dünyasının yarattığı nükleer canavar, tüm künyesi, tehlikesi, vahşeti, sabıkaları ortaya çıkmış olmakla beraber, o Batı'ya rağmen yani dünya süperlerinin (hem de hiç beklemedikleri biçimde) irade ve kontrolleri dışında; din savaşlarıyla kapışıp ayrışmış (ama o haklı, ama bu haklı, bu bir tarafa), birbirlerini bitirme saplantısındaki Orta Asya'daki yoksulların, önce Hindistan, sonra da Pakistan'ın kucaklarında, yavrulamış bulunmaktadır. Yoksullar arasındaki çatışmaları kendi çıkarları için el ovuşturmalarla kaşıyıp azdıranlar, kısa vadede umdukları ticari kârları sağlasalar da uzun vadede, şeytani kurgularının tersine doğru dürüst yiyecek ekmeği olmayanlara sattıkları ''pahalı oyuncak lambaların içindeki Alaaddin'in'' , burada ilelebet mahsur tutulamayacağını öğrenmiş olsalar gerek. Ne oldu şimdi yani, Hindistan'dan sonra Pakistan da atom bombasına sahip olmuşsa? Önce bir defa tabii şunu söylemek gerekli: Batılılara oh olsun! Hiç kuşkusuz, ama neticede geçici bir süre için, evvelce Hindistan'ın yaptığı gibi Pakistan da atom bombasına sahip olmanın gururlanmasıyla, bunun keyfini elbet bir süre çıkaracaktır. Ayrıca söz gelişi bir Fransa, Pasifik'te atom bombası deneyince cakalanacak da, bir Hindistan, bir Pakistan böyle bir şey yapınca, neden cakalanmayacak! Aynı çizgiden, bir süper nükleer deneme yapınca kimsenin gıkı çıkmayacak, ama yoksul bir ülke nükleer deneme yaptığında, neden tüm dünya süper ahalisi, onun üstüne çullanmaya hak sahibi sayılacak? Yok böyle bir şey!.. Batılılar; Uzakdoğu'nun yoksulları kendilerine, ''nükleer de nükleer'' diye yaklaşırlarken onların emellerini bilmiyorlar mıydı? Bal gibi biliyorlardı. Ama yoksulların, nükleer oyuncaklara sahip olabileceklerini hiçbir zaman akıllarına getirmiyorlardı. ''Yapamazlar'' deyip geçiyor, yalnızca tatlı kârlarını gözetiyorlardı. Uzakdoğulu yoksullar da Batılıların böyle düşündüklerini biliyor, ama ''aç kalmak pahasına da olsa bombayı yapacağız'' demekten çekinmiyor, Batılılardan edinmek istedikleri oyuncaklara, kilitlenmişliklerini, kararlılık içinde ve alenen sürdürüyorlardı. Şu Batılıların valla yatacak yerleri yok! İşte evdeki hesap çarşıya uymadı. Batılılar, yarattıkları şu dâhiyane ahmaklık tablosundan, başlarına dolaylı dolaysız bir nükleer bela gelmeden, almaları gereken dersi artık almalıdırlar. Kendileri, nükleer silahsızlanma süreci başladıktan sonra bile bir ileri, iki geri, taa ''yıldız savaşları'' macerasına kadar sürüklendikleri halde, gereken dersi hâlâ ve ne yazık ki hâlâ, tam alamamış görünüyorlar. Bari kütük gibi yanılmak pahasına, gidip yoksulları azdırmaktan yana almaları gereken dersi alsalar. Bu dersi bile almamış görünüyorlar. Alsalar gelip şimdilerde Balkanlar'da, Romanya'da, Ortadoğu'da, İran'da, Türkiye'de, acaba, hem de uluslararası onca yaptırımı hiçe sayarak ''nükleer bomba çığırtkanlığı'' yaparlar mı? Süzme bakışlarla, ''Gözüme bak, ne demek istediğimi anlarsın'' der gibi, ''Bizim nükleer santralımızı satın alın, ulusal çıkarlarınız açısından en iyisi budur'' diye, Mahmutpaşa'da enayi kandırmada bile kullanılmayacak yöntemlerle, Bükreş'te, Ankara'da, sonra tabii Atina'da ve öteki ''müstakbel pazar'' ülkelerin baş köşelerinde, bürokrat ayartmaya, siyasetçi yandaş edinmeye, yurtsever-milliyetçi-muhafazakâr çulsuz mıknatıslamaya, milyon dolarlar dökerler mi? Yalnız bakın, Hindistan, Pakistan ya da fark etmez, bizim açımızdan veya komşularımız yahut öteki gelişmektekiler açısından, derinde ne var? Yani, atom bombasına sahip olmanın böbürlenmesiyle, bunun keyfini bir süre çıkarınca ne olacak? Teknik olarak, yarım yüzyıl önce âlâsı yapılmış deli oyuncaklarını, şimdi olsun keşfetmenin dayanılmaz keyfi, özellikle daha önce ''yirmi dört kısım tekmili birden'' görülmüş; şu halde, ''uygarlığımızda vücut bulmuş gabilikleri bir araya getirmek üzere kurulacak müzenin'' baş köşesinde teşhir edilecek film karşımızda durmaktayken Allah için ne sağlayacak? Emperyalizmi, tek kişinin bile burnu kanamadan, karga tulumba, tüm kökleriyle birlikte yurtlarından savurup atan Hint Yarımadası'nın çocukları, dünya tarihine örnek bilgeliklerine sarılmayıp nükleer silahlanma yarışının çıkmazlarından mı medet umacaklar? Yunanistan'la Türkiye, Irak'la İran, şu dâhiyane ahmaklık tablosunu hem de ellerindeki iptidai çelik çomak araçlarıyla, envai cins hüsran, köşe başlarında kol gezerken baştan mı yazmaya koyulacaklar? Bunu mu milli bir amaç edinecek, teknolojik olarak serpilmenin motoru sayacaklar? Her şeye karşın bu aşamada yalnızca Hindistan ve Pakistan'a özgü gibi duran nükleer gelişmelerin, akıl özürlülük dur durak bilmediği için olmalı, ne yazık ki üstelik hızlı bir biçimde, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da bir hareketlenme meydana getireceğini beklemek yerinde olur. Ve şurası da muhakkak ki, bu hareketlenmenin kontrolü bundan da evvel takibi Batılılar açısından, ucu muammalarla dolu, müthiş bir başağrısı, hatta korku kaynağı oluşturacağa benzemektedir. Dil demeye hiç varmıyor, ama eğer bugüne kadar hem de kaç türlü alınmış olması gerektiği halde hâlâ daha alınmamış olan dersler, ancak böyle alınacaksa... Oh olsun!.. İşte bakın, birbirlerine ne denli düşman olurlarsa olsunlar, dünyadaki bütün gizli örgütlerin, duraksamasız işbirliği yaptıkları sanırım başlıca tek bir konu vardır: Nükleer terorizm. Atom bombası neticede, dediğim gibi basket topu kadardır. İmkânı olan her kim istese, hiç başka bir şeye ihtiyaç duymaksızın alır onu bir valize yerleştirip isterse New York'a, isterse Tokyo'ya, isterse Moskova'ya, ya da Pekin'e, yahut Paris'e veya Londra'ya sözgelişi bir metro ya da otobüs durağına bırakıp (başka bir şey değil, uzaktan komuta ile) koskoca bir kenti bir anda cehenneme çevirebilir. Orta Asya'da atom silahının yaygınlaşması, hele buradan, irili ufaklı başka diyarlara sıçrayabilecek olması, en başta nükleer terorizm belasını çağrıştırıyor. Herkesin şimdi ve giderek artan bir dikkatle, en önce bu belaya karşı önlemler geliştirmesi gerekiyor. Ya Türkiye?.. Bütün şu mevcut ve olası gelişmelerden, ülkemizin evet, şöyle ya da böyle etkilenmemesi hiç mümkün görünmüyor. Ne ki, zaman efelenme ya da efelenme sevdalanması geçirme zamanı değil, bilge olma zamanıdır. O açıdan şu hususların derhal anımsanmasında yarar var. Bir defa Türkiye, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'nı hükümet olarak imzalayan ilk ülkelerden biri olmanın ötesinde bu anlaşmayı 1982'de TBMM'den geçirerek kendi açısından yasalaştırmıştır, kesinleştirmiştir. Türkiye, ayrıca 1997'de, Birleşmiş Milletler bünyesinde, Nükleer Denemeleri Yasaklayan Anlaşma'ya da imza koymuş bulunmaktadır. Kısa deyişle, Türkiye atom bombasını yapmayacağını, (elinde atom silahı olsa bile) bunu denemeyeceğini, taahhüt etmiştir. Şu var ki, şimdi olup bitenleri yakından ve fevkalade etkin olarak izlemek zorundadır. Bölgede nükleer silahların uç vermemesi için gayet aktif, kişilikli roller üstlenmelidir. Nükleer silahlar (bunu artık insanlığın iyice kavramış olması gerekir), kullanılmak için değildir! Hiroşima ve Nagazaki ibretliklerinden sonra, şükür ki etkileri, şu aşamaya kadar caydırıcılık özelliğiyle sınırlı kalmıştır. Yeni nükleer macera heveslerinin geriletilmesinin koşulu, nükleer silahlanmanın sonunun olmadığına dair idrakin yaygınlaştırılmasıdır. Bu bari, olmadık taşlar baş yarmadan; bu bir yana; sözde akıl, bilgi ve teknikle sergilenen diz boyu moronluklar, insanlığın başına olmadık çorapları örmeden, anlaşılsa!.. Nükleer değil, demokratik caydırıcılık Sanki şu Hindistan ve Pakistan serüvenleri hiç yaşanmamışçasına; ayrıca bu serüvenlerin baş mimarları değilmişlercesine, şimdi gelip ülkemizde, aynı el ovuşturmalara eşlik eden, aynı göz kırpıştırmalarla, nükleer santral pazarlarken müşteri kızıştırmak üzere, ''Benim santralımı alırsanız, bombayı en iyi bunun teknolojisiyle yaparsınız'' diye sözüm ona bağlılık içinde oldukları uluslararası anlaşmalar ve uluslararası kuruluşları kaale bile almaksızın, çığırtkanlık yapanların valla hiç yatacak yerleri yok! Hawai adalarında iki villaları daha, mevcutlara ilave üç metresleri daha olsa bu tacirler, pantolon kemerleriyle, kalın purolarının dumanı altındaki şiş göbeklerini dolamada, zorlana zorlana, acaba çocuklarına, torunlarına daha iyi, daha güvenli bir dünya mı bırakabileceklerdir? Durun daha bitmedi! Ey, orada burada gram gram plütonyum envanterleri tutan ''uluslararası atom enerjisi kuruluşu'' , sen sağır mısın, kör müsün ki, kimlikleri senin üye defterlerinde kayıtlı ve göz göre göre senin bekçiliğini yapma sorumluluğunu taşıdığın ''Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'' nı çiğneyen, şu adamları uyarmıyorsun? Ey ''devlet güvenlik mahkemelerinde görevli değerli savcılarımız'' ; bu yabancı uyruklu çığırtkanlar, işte anlattım yurdumuzda, alenen, yasalarımıza ve güvenliğimize ''mugayir'' (aykırı) davranışlarda bulunmaktalar; lütfen daha fazla gecikmeksizin yapışın şunların yakalarına... Görsünler bakalım, burası nereye çeksen oraya gidecek bir ''yamyamya'' mı yoksa Türkiye'mi!.. Ey hükümet, son günlerde önünü açtığın birçok güzel girişimden esenlik duymaklığımız saklı olarak söylüyorum; nükleer ihaleye nükleer bomba çığırtkanlığı ve fesat karıştırılmasına, üstelik bunu bilerek bilmeyerek senin üyelerinin yapmasına lütfen daha fazla göz yumma! Lafı kimse tersinden anlamaya kalkmasın. Tabii ki etrafımız güllük gülistanlık değil, düşmanlarımıza çikolata tutmamızı, kolonya ikram etmemizi öneriyor değilim. Üstelik, yeterden fazla bir savunmamız elbette olacak. Sivil sanayiden kökler alacak, onu yükseltecek, kendi içinde ayrıca örgün olacak. Onun bunun ipoteğinde olmayacak, ''milli'' karakterde olacak. Ancak her şeyden evvel akılcı olacak, maceracı olmayacak, caydırıcı olacak denirken azdırıcı hiç olmayacak. Burası, o ülke bu ülke değil, bir nazi ülkesi hiç değil, bin yıllık Anadolu mücadele tarihimiz ve bu topraklardaki ayyıldızlı geleceğimizi, ''Yurtta sulh, cihanda sulh!'' sözlerinde vecizleştiren Mustafa Kemal Atatürk 'ün Cumhuriyet Türkiye'sidir. Bunun mücadelesini vermek bizim görevimiz ve onurumuzdur. Cumhuriyet Türkiye'si, dünyaya sonu olmayan bir dâhiyane ahmaklık tablosunun ürünü, sözde ''nükleer caydırıcılık'' anaforlarında, kendinden geçmeye sürüklenecek bir ülke değildir. Dünyaya soylu tarihi ve yaşam kavgası çerçevesinde, gerçekçi bir savunma yaptırımı ve bunun sahibi şanlı ordusu ile ''demokratik caydırıcılığı'' öğretecek ülkelerden biridir.
Turkiye'de Nukleer Enerji Tartismalari
sayfasina donus
|