İÇİNDEKİLER

 

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

1. ATOM KURAMI NEDİR?

2. ANTİK YUNANDA VE ANTİK HİNTTE ATOM KURAMI

A) ANTİK YUNAN’DA ATOMCULAR

B) ANTİK YUNAN’DA ATOM KURAMI

C) ANTİK HİNTTEKİ DÜŞÜNCE SİSTEMLERİ İÇİNDE ATOMCU DÜŞÜNCE’NİN YERİ

Ç) ATOM KURAMI, KANÄDA VE VAİŞESHİKA SİSTEMİ

D) PADARTHA’LAR (KATEGORİLER)

3. HİNT VE YUNAN FELSEFELERİ ARASINDA ÖNCÜLLÜK TARTIŞMASI

4. EK 1

5. KAYNAKÇA

 

ÖNSÖZ

 

İnsanoğlunun kendini ve doğayı tanıma uğraşını Karl Popper’in ‘Her teori yanlışlanana kadar geçerlidir’ şeklindeki düşüncesiyle birleştirdiğimizde izini bin yıllar öncesine dek sürebileceğimiz kavramlarla yüzleşiveririz. Artık tartışılması bile düşünülmeyen bilimsel gerçeklerin bir zamanlar küçük bir grup tarafından savunulmuş bir kuram olduğunu unutmamak gerekir.

İşte biz de tezimizde böylesi kavramları içeren bir kuramı; atom kuramını, işlemeye çalıştık. Bölünebilirlik, hareket, boşluk ve sonsuzluk gibi temel kavramların ötesinde insana ve doğaya ait pek çok soyut sorgulamayı da bünyesinde barındıran bu kuramın Antik Hint’teki köklerini aramayı amaçladık. Ancak biz atom’u kimya ya da fizik gibi doğa bilimlerinin bakış açısından çok felsefenin uğraş alanı içerisinde inceledik.

Buna rağmen atomun ve atom kuramının daha detaylı anlaşılabilmesi için bir takım bilimsel verileri sunarak kuramın bugüne nasıl geldiğini gösterme gereği hissettik. Bu amaçla modern kimyanın bakış açısı içinden atomun ve atom kuramının ne olduğunu inceledik. Bu noktada modern bilimin atom kuramının kurucusu olarak sunduğu Leucippus, Democritos ve diğer Atomculara ve onların görüşlerine yer verdik. Bu sadece tarihsel süreci görebilmemiz açısından değil, aynı zamanda Kuram’a ait temel kavramları görebilmemiz açısından da yararlı oldu. Öte yandan iki farklı felsefe olan Yunan ve Hint felsefelerinin Atom Kuramı’na bakışlarındaki benzerlik kendiliğinden bir öncüllük sorgulamasına girmemize yol açtı. Böylesi bir karşılaştırmanın varolabilmesi için Antik Yunan’daki Atom Kuramı’na da fikir yürütebilecek kadar yer vermeyi uygun bulduk.

Bunlardan dolayı tezimizin hazırlanması aşamasında üç farklı başlık altında araştırmalar yaptık. Birincisi için modern bilim içerisinde yer alan Atom’dan yola çıktık. Bu bizim atomun bugünkü konumuna gelene kadar hangi aşamalardan geçildiğini ve şu anda insanlık için ne anlama geldiğini görmemizi sağladı. İkinci olarak Doğa Filozofları ve Atomcular olarak Yunan felsefesini inceledik. Üçüncü araştırma alanımız Antik Hint’teki Atomculuğu ele alıyordu. Odak noktamız Altılı Felsefe Sistemi (Şaddarşana) içinde yer alan Vaişeshika Sistemi oldu. Aynı oranda bu sistemin kurucusu olarak gösterilen Kanäda ve onun oluşturduğuna inanılan Vaişeshika Sûtra ile ilgili elde ettiğimiz bilgiler de bu alandaki araştırmamızın temelini teşkil etti. Tezimizin hazırlanışı sürecinde karşılaştığımız en büyük sorun bu alanla ilgili Türkçe kaynak bulmakta yaşandı.

Tezimizin hazırlanışı sırasında Sanskrit dilindeki özel isimleri Latin abece’si ile yazabilmek için kullanılan transkripsiyon abece’sinin bilgisayarda karşılığı olmayan harflerini farklı bir format uygulayarak belirttik. Bu amaçla başvurduğumuz yöntemi üç abece’yi yanyana getirir biçimde karşılaştırarak Ek 1’de bir tablo biçiminde sunduk. Birinci kolonda Devanagari harf, ikinci kolonda Transkripsiyon karşılığı, üçüncü kolonda ise bu harfin bilgisayardaki karşılığı yer almaktadır.

Bu çalışmanın yürütülmesinde büyük pay elbetteki danışmanım ve hocam Prof. Dr. İnci MACUN’a aittir. Aynı zamanda mezuniyet aşamasına gelene kadar dört yıl boyunca üzerimde emeği olan ve desteğini sürekli hissettiğim bölümümüz hocaları Doç.Dr. Korhan KAYA, Araş.Gör. Derya CAN, Araş.Gör. Yılgün İPKIRMAZ, Prof.Dr. K.N. TİWARİ ve Prof.Dr. Noorjahan BEGUM’e de çok şey borçluyum. Tezin hazırlanması aşamasında ise en büyük desteği sevgili dostlarım Mitat ÇELİKPALA ve Bican ŞAHİN’den aldım. Onlara da çok şey borçluyum. Doğal olarak, metindeki tüm hatalar ve eksiklikler ise bana aittir.

1. ATOM KURAMI NEDİR?

 

Atom kuramı, evrende varolan bütün cisimlerin, atom adı verilen küçük parçacıkların bir araya gelmesiyle oluştuğunu savunur ve bu atomların yapısını, özelliklerini ve ilişkilerini açıklamaya çalışır.

Atom Kuramı’nın kökeni genellikle Antik Yunanlılara maledilir. Leucippus ve Democritos (M.Ö. 5. yy) cisimlerin atoma gelene kadar sürekli küçük parçacıklar halinde bölünebilirliğini öngörmüşlerdir. Atom, artık bölünemeyendir ve Yunanca atomos sözcüğünden türemiştir.

Antik Yunan’daki soyut tanımlamasını bir yana bırakıp genel hatlarıyla yapı taşları olan proton, nötron ve elektron’a ait bir takım genel bilgiler vererek atomu daha somut bir hale getirelim:

Elektronlar içinde proton ve nötron’un bulunduğu çekirdek (nükleon) etrafında dairesel bir hareket yaparlar. Bu dairenin Hidrojen atomu için yarı çapı 1.4x10-15m. dir (rH=1.4x10-15m). Çekirdeğin yoğunluğu ise dçekirdek=2.5x1014g/cm3 dür.

 

kütle

elektriksel yük

elektron

9.1x10-31kg

(-) 1.6 x10-19C

proton

1.6 x10-27kg

(+) 1.6 x10-19C

nötron

~1.6 x10-19kg

yok

 

Nükleer enerji atomun çekirdeğindeki tepkimeler sonucu ortaya çıkar. Bu tepkimeler çekirdeğin bölünmesi (Fisyon) şeklinde olabileceği gibi çekirdek kaynaşması (Füzyon) şeklinde de olabilir. Birincisinde (Fisyon) tepkime kontrolsüz olması halinde atom bombası olur ve patlamanın ilk saniyesinin onda biri sürecinde 2.000.000oC ısı açığa çıkar. Peşi sıra etkisini yıllarca sürdürecek bir nükleer serpinti geniş bir alana yayılır. Hidrojen bombası, denetimsiz bir füzyon tepkimesidir ve açığa çıkan enerji fisyondakinden çok daha fazladır.

Modern bilimden farklı olarak Antik Yunanlılar’ın atom kuramları planlı deneylere değil, soyut düşüncelere dayanır. Bütün cisimlerin özünde, onun meydana gelmesini sağlayan temel yapı taşı, atomun varlığı tartışılır. Dört unsurun -toprak, hava, ateş ve su- atomların temel karakterlerini belirlediği savunulur. Sayıları sonsuz olan atomlar karakterlerine ve şekillerine göre kategorilere ayrılır. Bu kategoriler doğanın anlaşılabilmesini kolaylaştırır. Atomlar hareketlidir ve bu hareketin var olabilmesi için gereken ortam boşluktur. Sonsuzluk, hareket ve boşluk atom kuramı içinde en çok tartışılan üç fiziksel olgudur. Bunun yanında evrenin yaradılışı gibi kozmoloji ve teolojiyi ilgilendiren konular hakkında bir açıklama sunulur. Evrenin oluşumu, hareket halindeki atomların tesadüfi çarpışmalarına bağlanarak, bir anlamda tanrıdan bağımsız bir yaradılış kurgulanır. Aynı zamanda doğadaki farklılıkların nedeni olarak farklı nitelikli atomların değişik oranlardaki birleşmeleri gösterilir. Bir felsefe sistemi olarak da atomcu görüş olarak varolan sistemlerden farklı bir bakış açısına sahiptir. Bu fark atomcu görüşü modern bilime diğer sistemlerden daha yakın kılar.

Ancak atom kuramı yüzyıllar boyunca çok az bir savunucu bularak bir söylence niteliğinde sürmüştür. Robert Boyle (1627-1691), Isaac Newton (1642-1727), Evangalestia Torricelli (1608-1647), Pierre Gassendi gibi bilimadamları atom kuramını tekrar gündeme getirirler. Bu dönemde bilimsel gelişmeler ışığında pek çok bilimadamı bütün cisimlerin atomlardan meydana geldiğine inanmıştır. Ancak John Dalton (1766-1844) daha ileri giderek, kimyasal değişimlerin yasasını açıklayan bir atom kuramı geliştirir. Farklı elementlere ait atomların farklı kütlelere sahip olduğunu ortaya atar. Dalton’un görüşüne göre elementler atom adı verilen çok küçük parçacıklardan oluşmaktadırlar ve aynı elementin atomları benzer, farklı elementinkiler ise farklıdır. Atomlar kimyasal tepkimelerle ayrışır ve birleşirler. Bu tepkimeler esnasında hiçbir atom vardan yok, yoktan var olamaz. Aynı zamanda herhangi bir elementin atomu bir başka elementin atomuna da dönüşmez. Herhangi bir kimyasal bileşik iki ya da daha fazla elementin atomlarının biraraya gelmesinin sonucunda oluşmuştur. Bu bileşiğin oluşabilmesi için daima aynı cins atomların aynı oranlarda birleşmesi gerekmektedir.

Dalton’un ortaya attığı atom kuramı modern kimyanın da temelini oluşturmaktadır. Antik çağlardan beri süregelen atom kuramı, atomun bölünemezliğini kabul ettiği için atomdan daha küçük bir parçacığın, atomaltı parçacıkların olabileceğine olasılık tanımadı. Oysa yapılan deneyler ve bilimsel araştırmalar sonrasında atomun da alt parçacıkları olduğu saptandı. Sırasıyla elektron, proton ve nötron keşfedildi. Bu parçacıklar sayesinde atomun pozitif ve negatif elektrik yükü ve kütlesi üzerinde çalışmalar yapıldı. Dalton’un ortaya koyduğu aynı elemente ait atomların benzer olduğu fikri, aynı elemente ait farklı kütleli atomların bulunmasıyla çürütüldü.

Gelişen teknolojiyle birlikte araştırmalar daha detaylı bir yapı kazandı ve başka alt parçacıkların da varlığı anlaşıldı. Radyoaktiflik ve atomun parçalanabilirliğinin anlaşılması farklı çalışma alanlarının doğmasına yol açtı. Atom enerjisi gündeme geldi. Röntgen’den mikrodalga fırına kadar pekçok teknolojik ve bilimsel gelişme insanlığın yararına sunuldu. Getirdiği yararların yanında atomun bir yıkım aracı olabileceği riski de beraberinde geldi. Bu açıdan ne büyük bir tehdit olduğuna en çarpıcı örnek 6 Ağustos 1945 günü Hiroşima’da yaşandı. Hiroshima’da kullanılan atom bombasının 20.000 ton TNT’ye eşit yıkım gücü için yaklaşık 7 kg Uranyum kullanılmıştı. Bu Atom Kuramı’nın doğayı ve varlığı açıklayabilme çabasından oldukça uzaklaştığı bir noktada, çok daha güncel bir çerçeve de, gündemden çıkmamacasına atomu belleklere kazıdı.

Atom artık sadece bilimin konusu olmaktan çıkmış, nükleer enerji olarak bir tehdit unsuru ve uluslararası politikada ise bir güç göstergesine dönüşmüştür. Hindistan’ın 11 ve 13 Mayıs 1998 tarihinde yaptığı beş nükleer deneme ile başlayan süreç bunun en canlı örneğini gözler önüne serdi. Bütün dünya ülkelerinin üzerinde hassasiyetle durduğu gelişmeler Pakistan’ın da 28 Mayıs 1998 tarihinde cevabi nitelikte beş ve 29 Mayıs’da bir nükleer deneme daha yapmasıyla iyice içinden çıkılması güç bir krize döndü. Dilenen o ki bölgedeki üç nükleer güce sahip ülke, Hindistan, Pakistan ve Çin arasındaki bu güç gösterisi dünya için bu kadarla sınırlı kalır ve biz atomun yıkım gücünden bir kez daha söz etmeyiz.

 

 

2. ANTİK YUNANDA VE ANTİK HİNTTE ATOM KURAMI

 

A) ANTİK YUNAN’DA ATOMCULAR

 

Antik Yunan’da adı atom kuramıyla birlikte anılan dört önemli filozof vardır: Leucippus, Democritos, Epicurus, Lucretius.

Atom kuramının kurucusu olarak, yaşadığına bile şüpheli bakılan Leucippus kabul edilir. M.Ö. 430 ile 500 yılları arasında doğduğunu savunan farklı görüşler vardır. Miletos’da doğmuştur. Yaşamı hakkında fazla bilgi yoktur. Bilgi kaynağı kendisinden sonra yaşamış filozofların onun hakkında yazdıklarıyla sınırlıdır. Bu filozofların başında Aristotle gelir. Aristotle eserlerinde ondan belirli öğretilerin temsilcisi, özellikle de atom kuramının kurucusu ve Democritos’un hocası olarak bahseder. Aynı zamanda onun Anaxagoras’dan önce yaşadığını ve Empedocles ile aynı yaşta olduğunu yazar.

Diogéne Laêrce, Galien, Suidas, İskenderiye’li Clément ve Origéne gibi tarihçiler, onun gençlik çağında Elea’ya giderek Zenon’un öğrencisi olduğunu kabul ederler. Olgunluk döneminde ise Abdera’ya göç ederek bir felsefe okulu açtığı kabul edilir.

Yaşamındaki belirsizlik eserleri için de geçerlidir ‘Akıl’ (Nous) adlı bir eseri olduğu bilinmektedir. Aristotles’in öğrencisi Teophrastos da Doksografi’nde Leucippus’un görüşlerine özel bir yer ayırmıştır ve İskenderiyelilerin iddialarına karşılık Megas Diakosmos (Makro Kozmos) adlı eserin Democritos’a değil Leucippus’a ait olduğunu savunur.

Atom Kuramı, kurucusu Leucippus’dan çok onun öğrencisi olan Democritos’a mal edilir. Democritos’un doğduğu seneye dair kesin bir bilgi yoktur, ancak M.Ö. 356 ile 371 yılları arasında Abdera’da doğduğu bilinmektedir. Varlıklı bir aileden geldiği ve çok seyahat ettiği söylenmektedir. Kendisi de bundan bahseder:

“Bütün çağdaşlarım arasında arzın en büyük kısımlarını gezen, en uzak ülkeleri ziyaret etmiş olan ve bir çok iklim ve sahilleri aşarak pek çok düşünürleri dinlemiş olan yalnız benim. Hatta aralarında bir yabancı olarak beş yıl yaşadığım Mısır geometri bilginleri de bulunduğu halde, hiç kimse benim kadar geometrik ispat ve inşaya muktedir olamamıştır.”

Kendisinin açıkça ortaya koyduğu Mısır yaşamının yanında İran’a, hatta Hindistan’a kadar gittiği seyahetlerde tüm servetini harcamıştır. Tekrar para kazabilmek için seyahatleri süresince öğrendiklerini anlattığı dersler vermiştir. Öylesine geniş bir bilgi birikimi vardır ki bu ona büyük bir ün kazandırmıştır. Bu ünün büyük bir kısmını doğa olaylarını bilmek ve hava değişimleri hakkında kehanetler yapmakla kazanmıştır.

Petronius Arbiter Gaius (d. M.S. 66. Latin şair ve yazarı)’un anlattığına göre şifalı otların, bitkilerin ve taşların işlevleri (ne için kullanılması gerektiği) hakkında bilgi sahibiydi ve yaşamını doğaya ait canlılar üzerinde deney yapmaya adamıştı.

Aristotle, onun “her şey üzerine düşünmüş göründüğü”nü söyler (Oluş ve Yokoluş Üzerine, 315a 35). Matematik, fizik, astronomi, botanik, zooloji, edebiyat, psikoloji, ahlâk v.b. konular üzerine çalıştığı eserlerinin isimlerinden de anlaşılmaktadır. Democritos bilgi birikiminin yanında bilimsel yönteme verdiği önem açısından da dikkati çeker. Aristotle, Sokrates öncesi filozoflar arasında bir tek onun (ve kısmen Pythagorasçıların) kendisinin en büyük buluşu olduğunu düşündüğü ‘form’ kavramı veya kuramını sezmiş ve ifade etmiş olduğunu söyler.

Democritos yaşamını Abdera’da sürdürmüştür. Yukarıda Leucippus tarafından açıldığını söylediğimiz okulu Democritos’un sürdürdüğü savunulur. Kendisinden sonra bu okulu Khios’lu Metrodos ve Nausiphanes temsil etmiştir.

Democritos’un eserlerini Diogéne Laêrce ahlâk, fizik, matematik, müzik ve sanatlar olmak üzere beş kısıma ayırmıştır ki toplamı 60 eserdir. Liard, bunlara birkaç eser daha eklemiştir Democritos’un düşünceleri, Evrenin Sistemleri veya Diacosmos adlı eserlerinde toplu olarak bulunmaktadır. Fakat zamanımıza kadar gelebilen parçalar 230 özdeyişten ibarettir ve bunun çoğu da ahlâka dair görüşleridir. Bu nedenle onun hakkındaki bilgilerin çoğunu Aristotle ile bazı eski tarihçilerin eserlerinden öğreniyoruz. Tiberius döneminde, gramerci Thrasyllus, tetralogy’ler formunda bir kolleksiyon düzenledi -Plato’nun Dialogues’i için yaptığı uyarlama ile aynı düzenleme. Democritos’un stilindeki açıklık ve sadelik antikçağda Timon, Cicero ve Halicarnassus’lu Dionysius gibi yetkin eleştirmenler tarafından övülmüştü.

Antik Yunan’da atomcular arasında adı anılan üçüncü filozof Epicurus’dur. Epicurus’un yaşamı hakkındaki bilgiler öncüllerinden çok daha belirgindir. M.Ö. 341 ya da 342 yılında Samos’da doğmuş ve M.Ö. 271 ya da 272 yılında Atina’da ölmüştür. Yaşamı hakkında pek çok bilgi Diogéne Laêrce tarafından derlenmiştir.

“Gamelion’un 7. günü, 341 yılında Samos’ta doğdu. Kökeni Philaidœ’nin ünlü kabilelerine dayandığı halde, ailesi fakirdi. Epicurus, çiftçiliğinin yanı sıra öğretmenlik yapan ve çeşitli dinsel (günah çıkarma) törenleri düzenleyen annesine yardımcı olduğundan bahseder. 12 yaşına geldiğinde, muhtemelen Teos’da, Democritos’un öğretisini savunan Nausiphanes’den felsefe dersleri almaya başladı. Aynı zamanda Plato’nun öğretisini savunan Pamphilus’u da duymuştu. Büyük İskender’in ölümünden sonra Attica’da askerliğini yaptığı dönemde, babası diğer Atinalı göçmenlerle birlikte Perdiccas tarafından Samos’dan kovuldu ve Colophon’a gitti. 32 yaşında ilk olarak Mytilene’de, ardından Lampsacus’da ve M.Ö. 306 yılından sonra Atina’a ders vermeye başlayana kadar geçen sürede zamanını özel çalışmalarına ayırmış gibi görünüyor. Mytilene’den Hermarchus’u halefi olarak seçti. Lampsacus’da edindiği taraftarları okulunun çekirdeğini oluşturdu. Bunlardan Idomeneus ve karısı Themista ile Leonteus toplumun en zengin ve saygın kişileri içindeydi, en usta öğrencileri olan Metrodorus, Polyœnus, and Colotes’i de saymak gerekir. Atina’da, üyelerinin arkadaş ya da aynı öğretmenin öğrencileri gibi toplanan ve ünlü bahçede bir araya gelen bir topluluk elde etti. Dış dünyaya kapılarını kapayıp onun öğretisindeki coşkun inançla birbirlerine sımsıkı kenetlendiler. Onlar bir felsefi okuldan çok dini bir tarikatı andırıyorlardı. Epicurus’e saygıları bir tapınma ölçüsündeydi. O bu büyük saygıyı ve hürmeti doğal olarak saydı, ruhani yönetici sorumluluğunu kabullendi. Bütün günü çalışma, yazma ve mektuplaşmayla uğraşarak geçiyordu. Sağlığı daima narin olmuştu, ağrıyla kıvranılacak hastalıkta acıyı ortaya koymayacak kadar güçlüydü. Favorisi olan öğrencileri Metrodorus ve Polyœnus’dan daha uzun yaşadı, ancak 72 yaşında (M.Ö. 270) ağrılı bir hastalığa yenik düştü. Mektuplarının bir bölümünden görünüyor ki son onbeş günü müthiş ağrılarla geçmesine rağmen çevresine sezdirmeden bu süre güleryüzle geçirdi.”

Epicurus’un üç yüz kadar eseri vardır. Bunlardan bazıları: Atomlara ve Tanrılara Dair, Gaye Hakkında, Aranılacak ve Çekinilecek Şeyler Hakkında, Adalet ve Diğer Faziletlere Dair, Kutsallık Hakkında ve mantığını içeren Canon veya Criterium ile 37 kitaptan oluşan fiziğidir. Onun mektupları eski dönemlerden beri elden ele dolaştı ve didaktik tarzı nedeniyle oldukça rağbet gördü. Ænoanda’da bulunan annesine yazdığı mektupta ve muhtemelen Metrodorus’un kızı olan genç bir kıza yazdığı mektupta kendine ait izler vardır. Bu yazıların bütünü şimdi üç büyük mektup olarak sunulmaktadır: i) Heredotus’a yazdığı fiziğinin özeti; ii) Pythocles’e, p e r i m e t e w r w u , depremleri de içeren atmosferik ve gök olaylarını ele alan benzer bir özet; iii) Menœceus’a din ve etik üzerineydi. Bunlara belki bir dördüncü olarak büyük çalışmalardaki dikkate değer cümlelerin antolojisi ya da keyfi bir seçkisi olan, K u r i a i d s x a i , eklenebilir.

Epicurus’a göre pratik hayat bilge kişinin biricik işi olmalıdır. Gerçek felsefe bilimin değil, eylemin gereğidir. Bilim, insanı boş kuruntulardan kurtarmak, ruhun huzurunu sağlamak ve bütün ahlâki disiplinin amacı olan ruhi huzuru sağlamak içindir.

“Göksel ve atmosferik doğaüstü olayların uyarımıyla, her ne şartla olursa olsun bizi bulacak ölüm endişesiyle ya da acının ve zevkin bilinen sınırlarının aşımıyla tedirgin edilmemiş olsaydık, doğa bilimlerini çalışmaya hiç ihtiyacımız kalmayacaktı.”

Bu ve benzer sözlerle pratik yaşamın üstünlüğünün altını çizer ve bir imayla fiziksel araştırmanın önemli görevlerinin neleri içerdiğini açıklar. Doğa üzerine çalışmamız gerektiğini, çünkü bizim de onun bir parçası olduğumuzu söyler. Bütünle ortak noktalar keşfetmedikçe onunla olan ilişkimizi anlayamayacağımız gibi mutluluğun hangi koşullara göre değiştiğini de öğrenemeyeceğimizi savunur. Bu bakış Epicurus okulunun Kanonik adını verdiği mantığın esasıdır. Eşyanın ilkelerini ve doğanın düzen ve işleyişini bilmek insanı boş korkulardan kurtarır. Buradan da okulun fizik hakkındaki görüşleri ortaya çıkar. Epicurus’un tek ve zorunlu bir bilgi olarak ortaya koyduğu ahlâka ulaşmak için Kanonik ve fizik birer aşamadır.

Epicurus’un ortaya koyduğu fizik ve mantığın kökeninde onun Bilgi kuramı yatar. Ona göre üç temel bilgi kaynağı vardır: 1. Duyumlar, 2. Öncelikler (Önsözler), 3. Duygulanmalar ve tutkular.

Onun sade ve basit bir mantık yaratma çabası Aristotle’nun Organon’da ortaya koyduğu kuramlara karşı çıkıştır. Aristotle kadar kabul görmeyen Epicurus, belirgin ve açık koymaya çabaladığı kurallarla insanı, doğayı, evreni, yani bütün sistemi açıklamaya çalışır. Onun bilgi konusundaki kuralları temelde modern görgücülükle benzerlik gösterir. Duyum hakkındaki düşünceleri, atomcu ve maddeci bir psikolojinin oldukça ilkel bir ifadesi olmasına rağmen, zihnin dış dünya ile ilişkisi bugün için de çözüm bulmuş bir konu değildir.

Lucretius, Epicurus’un felsefesini benimsemiş Roma’lı şair ve son atomcu filozoftur. Şairin eğitimiyle ilgili bir bilgimiz yoktur. Sadece gençlik döneminde Roma’da yönetici sınıfla çok samimi ilişkiler içinde olan ünlü Epicurus tarikatı hocalarıyla olan beraberliğinden bir takım çıkarımlar yapılabilir. Lucretius’un okudukları şiirinde açıkça görülmektedir. Epicurus üzerine olan asıl çalışmaları yanında, Empedocles’in felsefik şiiri ve az da olsa Democritos, Anaxagoras, Heraclitus, Plato, and the Stoacılar’ın çalışmaları hakkındaki bilgisini ortaya koyar. Yunan’lı diğer nesir yazarlarından Thucydides ve Hippocrates’i de bilmektedir. Şairlerden Homer’e hayranlığını vurgular, sık sık Euripides’den hoşlanır ve Ennius’un çalışmalarına yakınlık gösterir.

Lucretius’un yaşamı ile ilgili tek kayıt ölümünden 4 yüzyılı aşkın bir süre sonra Jerome tarafından yazılmış kısa bir nottur.

“Şair Titus Lucretius doğdu. Aşkın büyüsüyle kendinden geçti ve parlak döneminde, Cicero tarafından tashih edilen bazı kitaplar yazdıktan sonra 41 yaşında intihar etti.”

Jerome’un hesabı, Suetonius’un kayıp çalışmalarına dayandırılabiliyorsa da kendinden eski bir kaynağın izinde gibi görünmez ve bir ispat ya da aksi ispat için yeterlidir. Fakat doğum ya da şiirin yazılışı ile ilgili tarihlerde dört-beş senelik bir hata vardır. Donatus’a göre Lucretius, Jerome’un belirttiği gibi M.Ö. 51 ya da 50 yılında değil, 15 Ekim 55 tarihinde öldü. Bu, şiirin adının anıldığı en eski kaynak olan ve kaybolmadan günümüze kadar gelen Cicero’nun kardeşi Quintus’a yazdığı mektupta doğrulanır.Bu mektup M.Ö. 54 yılının başlarında yazılmıştır. Şiirin basımını önceden bildirir ve Şairin ölümünü öngörür.

Lucretius’un geride bıraktığı kitabı, De Rerum Natura (Doğanın Niteliği) altı kitaptan oluşan didaktik bir şiirdir. Şiirin amacı Epicurus’un felsefe sistemini ayrıntılı bir şekilde açıklamaktır. Bu açıklamalar özellikle dünyanın merkezi ve doğa güçlerinin çalışmasıyla ilgilidir. Şairin söylediği kadarıyla yazmaktaki amacı insan düşüncesini boş inanışların zararlı etkisinden ve hayatın sorun ve korkularının büyük parçası olarak adlandırdığı ahiret inancından kurtarmaktır. Herhangi bir düzeyde doğaüstü güçlerin yönlendirme ya da müdahalesi olmaksızın bütün doğa olaylarının ortaya çıkışını açıklamaya çalışmıştır. Birinci kitapta, temel doğrulara değinmiş ve hiçbirşeyin yoktan var olamayacağı gibi, varlıktan da yokluğa dönemeyeceğini savunmuştur. Evren varlık ve yokluk, boşluktan oluşur. Bir merkezi yoktur, madde sonsuzdur ve uzay sınırsızdır. Cisimler çok küçük sert ve parçalanamayan atomlardan oluşmuştur. İkinci kitap atom tartışmasına adanmıştır, hareketlerini, biçim ve birleşimlerini irdeler. Duyum ve duygu atomların farklı biçim ve yollar izleyerek bir araya gelişindeki tesadüfün sonucudur diye açıklanır.

Üçüncü kitabın konusu düşünce ve ruhtur, şaire göre, bunlar birbirlerinden ayrılmaksızın biraraya gelmiştir, doğanın temelidir ve küçük, mükemmel ve yuvarlak atomların birleşmesiyle oluşmuştur. Ruhun bedenle birlikte öldüğüne dair pekçok ispat sunmuştur. Dördüncü kitap duyumun anlaşılması konusunu inceler. Bütün cisimlerin yüzeyinden sürekli olarak ince bir madde tabakası cismin genel özelliklerini koruyarak uçuşur. Bunlar bizim duyularımıza çarpar ve kavrayış ani bir sonuçtur. Beşinci kitap dünyanın kolay bozulan doğası üzerine kurulmuştur. Onun atomların tesadüfi birleşmesi sonucu oluşması, kendiliğinden üreyen yaşamın kaynağı, en iyinin hayatta kaldığı kanunlara göre hayvan yaşamının korunması ve hayvansal vahşet koşullarından uzak insanoğlunun uygarlık içinde gelişimi işlenmiştir. Altıncı kitapta şair; yıldırım, şimşek, deprem, volkanik patlamalar, Nil’in değişimi ve mıknatıslanma gibi korkutucu ve açıklanamayan doğa olaylarına açıklama getirmeye çalışmıştır.

 

 

B) ANTİK YUNAN’DA ATOM KURAMI

 

Leucippus’un kurucusu olduğu atom kuramı’nın tasarlanması aşamasında diğer doğa filozoflarının da etkisi görülmektedir. Empedokles gözle görülemeyecek kadar küçük parçacıklar halinde yan yana duran ve cisimler dünyasının temelini oluşturan parçacıklardan söz eder. Ancak Leucippus’un bu kuramın doğuşunda asıl etkisi altında kaldığı kişi Zenon dur. Şeylerin çokluğuna ve hareketine karşı, dichotomie ilkesine, yani cismin, sonsuza kadar devam ettiği düşünülen ikiye bölünmesi ilkesine dayanarak öne sürdüğü üç paradoksu Zenon’u sonsuz küçük madde parçacıkları kavramına götürmüştür. Zenon’un öğretisi Leucippus’un bu temel bakış açısı içinde karşıt düşünce geliştirmesine yol açmıştır. O, şeylerin katı, daha fazla bölünemeyen ilk parçacıklarının olması gerektiğini söylemiştir.

"Zenon’un iddia ettiği gibi maddeleri ikiye bölme ilkesine dayanarak sonsuza kadar parçalara ayırmak mümkün olsaydı, o zaman görünen tüm şeylerin yalnızca birbirine değen boş mekanlardan meydana gelmiş olması gerekirdi, ki bu durumda boş mekanların dışında katı hiçbir şey bulunmaz, her şey tamamen tözden yoksun olurdu. Zenon’un, tamamen soyut, yani matematiksel düşünülmüş, şeylerin sonsuza kadar ikiye bölünebilirliğini, demek ki, gerçeklikle, yani fiziksel olarak gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu durumda, cisimle kütlesinin ilişkisini sağlayan madde parçacıklarında herhangi bir boşluğun bulunmaması, yani ‘tamamen dolu’ olması ve bu yüzden başka parçalara ayrılmaması gerekir”

Leucippus’un boşluk, bölünebilirlik, hareket ve sonsuzluk gibi kavramlar üzerine oturttuğu kuramı modern bilimin kabul ettiği yaklaşıma diğerlerinden çok daha yakındır. Öyle ki, Leucippus boş alanların varlığını böylesine bilinçli dile getiren ilk filozof olmuştur. Aristotle Leucippus’dan şöyle bir alıntı yapar:

“Varlıklar bağlantılı bir bütün değilken ve hiçbir şey tarafından ayrılmıyorlarsa, onları devinimsiz ve çoğalabilir kılan şey nedir?”

Aristotle boşluk kavramı üzerine atomcuların görüşlerini değerlendirmiş ve eserlerinde bu görüşlere yer vermiştir:

“İnsanlar boşluk deyince, içinde duyusal olarak bilinen hiçbir cismin bulunmadığı bir ara mekan anlıyorlar. Ama her gerçek olanın <bir> cisim olduğu kanısıyla, içinde hiçbir şey bulunmayan yere boş mekan diyorlar. Bu yüzden havanın doldurduğu yer de boşmuş. Bu nedenle havanın bir şey <bir gerçek, bir cisim> olduğunu kanıtlamak değil, ne abstracto’da ne gerçeklikte cisimler arasında tüm cismi dolduran başka hiçbir ara mekanın mevcut olmadığını, böylece kendi içinde <tamamen> bağlantılı olan cismin bütünü dışında bir şey <boşluk> bulunsa bile onun <tamamen> bağlantılı bir kütle olmadığını (ki bunu Democritos, Leucippus ve fizikçilerden birçoğu iddia ediyor) kanıtlamak gerekir. Bu <fizikçiler> sorunu ters yönden ele alıyorlar; özellikle de boşluğun var olduğunu iddia edenler. Bu konuda gösterdikleri argümanlar şunlar: Birincisi, boşluk olmazsa yerel bir hareket mümkün değilmiş (bununla bir yerden harekete geçmek ve büyüme kastediliyor). Bu, bir boşluğun mevcut olduğunu kanıtlama tarzından biridir. İkincisi, görünüşe göre bazı <cisimler>in birbirlerini çekerek yoğunlaşmaları olgusudur. Üçüncüsü, şeylerdeki büyümenin de boş mekan vasıtasıyla gerçekleşir gibi görünmesidir. Dördüncü ve de kanıt olarak, boş bir kap kadar su alan kül deneyini gösteriyorlar."

Leucippus’dan önce yaşamış Yunanlı filozof Pythagoras da boşluk kavramına değinmiştir, ama onun sözünü ettiği boşluk aşağı yukarı ‘hava’ olarak tanımlanabilir. Oysa Leucippus’un sözünü ettiği boşluk, ancak modern bilimle kullanılan ve Yunanlıların bilmediği bir kelime olan vakum’dur. Parmenides’in bu görüşlerine karşı olan Leucippus, boşluğun varlığının kanıtı olarak az önce alıntıladığımız Aristotle’nun Fizik IV 6. 213a 27 vd.’ünde de belirtilen şu dört maddeyi sayar:

1. Hareketin varlığı. Eğer boşluk olmasaydı hareket olmaz, hatta bu tasarlanamazdı,

2. Bazı cisimlerin sıkışma yeteneği. Örneğin, bir tuluma doldurulmuş olan şarap gibi,

3. Bir vazo içine sıkıştırılmış olan kül üzerine su dökülürse, külün suyu emdiği görülür. Demek ki içinde bir miktar boşluk vardır,

4. Hayvanların beslenmesi, organik öğeler arasında yeni öğeler kabul edecek kadar bir boşluğun bulunduğuna aracılık eder.

Buradan da anlaşılıyor ki Leucippus yokluğun varlık kadar, boşluğun da doluluk kadar gerçek olduğunu ve bu iki şeyin birbirleri içinde de var olabileceğini savunmuştur. Bu içindeliğin sonucunda maddenin bölünebilirliği kaçınılmazdır ama bu bölünebilirliğin de bir sınırı vardır. Democritos Leucippus’dan şöyle bir alıntı yaparak buna açıklık getirir:

“Atomcular parçalanmanın gözle görülemez parçacıklara ulaşınca sona erdiğini ve sonsuza kadar gitmediğini savunurlar.”

Leucippus’un ortaya koyduğu bölünebilirliğin sınırlı olduğu düşüncesini Democritos geliştirmiş ve böyle bir sınırın olmaması halinde evrenin tamamen boş olması gerektiği sonucunu çıkarmıştır.

Leucippus atomların varlığını apaçık bir gerçek olarak kabul eder ve sonsuz sayıda olduklarını söyler. Aristotle’ya göre:

“Democritos ve Leucippus sonsuz sayıda ve şekilde bölünemeyen parçacığın olduğunu söylerler…”

Atomların hareket alanı olan boşluk da sonsuzdur; evren tesadüfi çarpışmalarından oluşmuştur. Atomların (boyut) katılık, şekil ve hareket’ten oluşan nitelikleri hakkında Leucippus ve Democritos aynı görüşü savunurlar. Democritos atomların niteliklerinin tanımlanmasında şöyle bir ifadeye başvurur:

“Her türlü şekle, görünüşe ve farklı büyüklüğe sahiptirler… Bazıları pürüzlü, bazıları çengel biçimli, bazıları çukur, bazıları tümsek ve daha sayılamayacak varyasyona sahiptirler.”

Bu üç nitelikte birincisi yok edilemez, ikincisi sonsuz farklı şekle girebilir ve üçüncüsü de atomların şekillerine göre az ya da daha çok hızlı olur. Diğerlerinden daha etkin ve onların hareket ettiricisi gibi olan atomlar yuvarlaktır. Ruhun yuvarlak ve ateşli atom oluşu da bu düşüncelerin zorunlu bir sonucudur. Atomların türlü hareketleri dolayısıyla türlerini belirten, Democritos’tur. Daha da ileri giderek hayatın yuvarlak atomlar içinde solunum yoluyla meydana gelen bir kabarma (flux) ve sinmenin (reflux) sonucu olduğunu söyler ve bu görüşü psikolojiye uyarlar. Bu varsayımın üzerine duyum, algı ve düşler kuramını ileri süren de bu filozoftur.

Epicurus atomun niteliklerini sıralarken öncüllerinden daha ileri giderek ağırlıktan bahsetmiştir. Aristotle bunu şöyle vurgular:

“Democritos atomun iki temel niteliğini tanımladı: Boyut ve şekil. Fakat üçüncü nitelik olarak ağırlığı Epicurus ekledi. Epicurus’a göre cisimler ağırlıklarının uyguladığı kuvvet büyüklüğüne göre hareket ederler.”

Epicurus’un daha iyi anlaşılabilmesi için fiziğinin incelenmesi gerekir. Onun fiziği Abder okulunun maddeciliğine bağlı olarak Democritos fiziğinin kendi metod ve düşünce biçimiyle geliştirilmiş şeklidir. Bu fiziğin dayandığı temel ilkeler şunlardır: Yokluktan hiç bir şey meydana gelmez. Böyle bir şey olsaydı, her şeyden her şey oluşabilirdi ve hiç bir şey yok olmazdı. Eğer böyle olsaydı uzun vadede hiç bir şey kalmazdı. Var olan şeylerin hepsi cisimdir. Yalnız boşluk cisimsizdir. Cisimlerin arasında bazıları kaynaşmaların ürünüdür. Diğer bazı cisimler ise, bütün bu kaynaşmaların unsurlarıdır. Bu sonuncular bölünemez ve mutlak suretle değişmezler. Evren sonsuzdur; bu nedenle, cisimlerin sayısının da sonsuz olması gerekir. Atomlar sonlu bir hareket halindedir. Bunlar bazan birbirlerinden uzaklaşır, bazan da yaklaşır ve birleşirler. Sonsuza kadar bu böyle devam eder. Atomların, büyüklükten, şekil ve ağırlıktan başka özellikleri yoktur.

Epicurus atomların bütün ölçülebilen miktarlardan daha küçük olmasına rağmen bizim belirleyemeyeceğimiz bir büyüklükleri olduğunu söyler. Onların boşluk içinde hiç bir zarar görmeden hareket ettiklerini ve hareketin süresinin belirlenmesinin de olanaksız olduğunu savunur. Atomların şekilleri ifade edilemeyecek kadar çeşitliyse de görülebilen şekillleri sınırlıdır. Sınırlı bir cisimde, atomların nicelik ve çeşitlemeleri de sınırlıdır. O halde hiç bir şey sonsuz olarak bölünemez. Boşlukta ne yükseklik, ne de aşağılık vardır. Fakat boşlukta atomlar, yönleri sayılamayacak kadar çeşitli olmak üzere hareket ederler. Bu hareketlerin yukardan aşağıya, aşağıdan yukarıya olması da olasıdır.

O halde, doğada boşluk ve atomlardan ibaret iki gerçeklik vardır. Bunlar birbirlerinden bağımsızdırlar. Boşluk olmasaydı hareket olanaksız olurdu; ve atomları uzamsız kabul etmek gerekirdi. Atomların birbirleriyle olan ilişkilerini, tesadüfün hazırladığı hareket ve çarpışmalar oluşturur. Bunların doğal birer ağırlığı vardır; ve aynı hızla boşlukta sozsuza dek düşerler.

Epicurus’u Democritos’dan ayıran ilk farklılık düşme ve hareket olaylarını ele alışındadır. Epicurus’a göre düz bir çizgi halinde hareket eden atomlar, hareketlerini ve konumlarını hiç bir neden olmadan değiştirebilirler. Atomlarda görülen bu sapmanın duyu organlarımızla fark edilemeyecek kadar az olduğunu söyler. Bu sapma evrenin oluşumunu açıklamak için yeterlidir. Atomların tesadüfi birleşmeleriyle meydana gelen evren ancak zorunlu kanunlarla idare edilir.

Özünde, Epicurus, gönül rahatlığına engel olan tanrılarla ölüm korkusu karşısında hayatın ne olduğunu da bilmek ister. Heredot’a yazdığı bir mektupta belirsiz de olsa, ruhun ne olduğunu açıklamaya çalışır. Ona göre, bir varlık, bedeni ihtiva ettiği atomlarla ruh atomlarının sabit ve uygun bir surette birbiri üzerinde bir etki yaptıkları vakit yaşar. Eğer ruh atomlarının zarfı olan beden atomları, şiddetle dağılırsa, ruh atomları da dağılır. Şu halde ölmek, hiçte bizimle ilgisi olan bir şey değildir.

Çünkü, ruh bedenden çıkınca hiç bir şey hissetmez olur; gelecek bir hayat fikri de kalmaz. Ruh unsurlarının iki fonksiyonu vardır: Öncelikle, organik yaşamı yaratır; sonra da bedende kaldığı müddetçe, duygu, düşünce ve iradenin prensibi olur. Organik vazifeleri mümkün kılar. Bir isim vermeksizin ruh diye kabul ettiği şey çevik, ateşli, lâtif ve havai olan ve bütün hareketlere uyum sağlayan atomlardır.

Lucretius’un ve atomcu görüşün daha iyi anlaşılabilmesi için altı kitaptan oluşan De Rerum Natura’nın incelenmesinde fayda vardır. Dört filozofun sonuncusu olmasının yanında orjinal eserine ulaşılan tek atomcu olması nedeniyle bu inceleme Antik Yunan’daki Atomcu Görüş’ün bir özeti olarak kabul edilebilir.

Lucretius atomlara genel olarak başlangıç, eşyanın kaynak ve ilkesi adını verir. Tüm cisimler, atomların biraraya gelmeleri ya da çözülmeleri veya kendi özel hareket ve çarpışmaları sayesinde meydana gelir.

“Doğa herşeyi, onu oluşturan ilk parçalarına ayırır ve hiçbirşeyi yok etmez. Arada bağlar olmadığında ve parçaları arasında yok edici herhangi bir güç gerekmeksizin bütün parçalarıyla birlikte ölümlü olan nesne gözlerimizin önünde yok olmaktan kurtulabilirdi. Fakat gerçekte bütün nesneler zarar verilemez bir çekirdekten oluşmasına rağmen, herhangi bir güç nesneleri bir vuruşta parçalarına ayırmadıkça ya da onları delip içinde boşluklar yaratarak parçalamadıkça doğanın yok olmasıyla ilgili hiçbirşey gözle görülemez.”

Atomların renk, koku, lezzet, ses ve ısı gibi niteliklerinin bulunmadığını, bu niteliklerin ancak birleşmelerindeki türlülükten doğduğunu iddia eder.

“Işıksız renklerin oluşamayacağı ve nesnelerin ilk-başlangıcı ışık içine çıkmadığına göre hiçbir renk içermediklerinden emin olabiliriz.”

Lucretius’e göre atomlar, türlü şekillere sahiptirler. Parlak, yuvarlak, sert, pürüzlü, çengelli, dallı budaklı olan atomlar, kendi oluşmalarına göre duyularımız üzerinde ya da oluşturdukları şeylerin özellikleri üzerinde bir etki yaparlar. Şekillerin sayısı sınırlıdır. Fakat aynı şekle sahip olan atomların miktarını saymak olanaksızdır. Türlü şekildeki atomlar, her cisimde bir oran dahilinde birleşirler. Atomların sözcüklere giren harflere benzeyen bu kaynaşmaları, yalnız basit şekil çeşitlemelerinin bir sonucu gibi görünmeyen oldukça büyük cisimlerin başka başka oluşlarını olanaklı kılar.

Lucretius atomun maddeyle ilişkisi nedeniyle duyum sorunundan bahseder. Ona göre, algılanabilir, algılanamazdan doğar. Zira duyumlar, ne bütünüyle eşyadan, ne de bütünüyle ortam ve koşullar içinde doğrudan doğruya meydana gelir. Algı ile nitelenmiş olan duygulu bir varlığı meydana getiren ya da getirmeyen yalnız maddenin nicelik, şekil, hareket ve duyumudur. Duyum, ancak hayvansal organizmada bulunur ve bu da onun sadece bir kısmında değil, organizmanın bütününde bulunur. Burada yeni bir metafizik ilkeye rastlanır ki, o da, kısımların bütünü ile birleşmesi keyfiyetidir. Bu ilke, atomlarla boşluk arasında orjinal bir rol oynar.

Lucretius doğanın tamamen maddeyle dolu olmadığını, içinde atomların hareket ettiği boş bir uzayın bulunduğunu söyler. Bunu kanıtlamak için, deneyden gelmeyen bir akıl yürütme ileri sürer: Eğer uzay, mutlak bir tarzda dolu olmuş olsaydı, eşyada varlığını gördüğümüz sürekli hareket olanaksız olurdu. Daha sonra da gözlemden gelen şu kanıtı ileri sürer: Su damlaları, en sert maddeleri deler; canlıların gıdaları, bedenin her yanına nüfuz eder. Soğuk ve ses, duvarlardan bile geçer. Türsel ağırlık farkları boşluğun az ya da çok büyük olan uzamı ile ilgilidir. Epicurus, atomun ana özellikleri olarak ağırlık ve direnme kuvvetini kabul ediyordu. İlk zaman maddeciliği kuruluş aşamasında kendini genel olarak algı bozukluklarından koruyamamıştır. Öyle ki, Epicurus, boşlukta ne aşağı, ne yukarı olmadığını, fakat tüm evren atomlarının düşüşlerinde belirli bir yönü izlediklerini savunmuştur. Lucretius’a göre tüm cisimler düşmektedir, bazı cisimlerin yükselmesinde yabancı bir etkinin varlığı, atomlarda sapma özelliğinin bulunduğu ve bu yüzden de birbirlerine rastladıklarını savunur. Atomların ağırlığı düşüncesinden başlayan Epicurus sistemi, bu atomların merkezde etkileri kaybolan iki katlı bir harekete sahip olduklarını kabul etmemiştir. Eğer bunların merkezde toplandığı ya da doğrudan doğruya meydana gelen buluşmalarla yoğunluklarının oluştuğu kabul edilecek olursa, Epicurus doktrinine göre, zamanın sonsuz akımı içinde tüm atomlar, bu merkezde artık evrende hiç bir şeyin oluşamayacağı bir şekilde toplanmış olacaklardır.

Lucretius’a göre atomlar gibi evren de sonsuzdur.

“...Toplamın dışında birşey olmadığını kabul etmek zorunda olduğumuz bu noktada, daha ötede birşey olmadığını ve bu nedenle sonsuz ve limitsiz olduğunu kabul etmeliyiz.”

Sürekli hareket halindeki atomlar doğa kanunu gereği sonsuz boşlukta daima tek şekilli bir düşme hareketi yaparlar. Burada, Epicurus sistemi büyük bir zorlukla karşılaşır: Nasıl oluyor da evren, atomların bu ebedi ve tek şekilli düşmeleriyle meydana gelebiliyor? Democritos, atomları birbirinden farklı hızlarla düşürmüştü; onda ağırlar, hafiflere çarpıyor ve eşyanın oluşum süreci böyle başlıyordu. Epicurus, hava ya da suda düşen cisimlerin hızları üzerindeki farka, çevrenin gösterdiği direnci neden göstermede haklıdır, o, bu noktada Aristotle ile birleşir, fakat sonra ondan çarçabuk ayrılır. Aristotle, yalnız boşluğu değil, herhangi bir cismin boşlukta hareket edebilmesini de reddetmişti. Hareketi ondan daha iyi anlamış olan Epicurus ise, tersine olarak bu hareketin boşlukta bir dirençle karşılaşmadığı takdirde daha hızla vukua geleceğine inanmıştı.

Hepsi birbirine paralel ve aynı hızla hareket eden atomlara gelince: Bunlar, birbirine oranla ve bağıntılı olarak tam bir sükun içindedirler, demektir. Epicurus, Democritos’tan ayrılmış olduğu bu noktadan çıkacak sonucun önemini hesap etmemiş gibidir. Fakat, âlemin oluşmaya başlamasını açıklamak için gereken ajanlar hayrete değer: Normal durumlarda, yağmur taneleri gibi hem paralel hem de doğru hareket eden atomlar, nasıl oluyor da eğri hareketler haline, hızlı çevrilere (tourbillons), bazen sabit ve çözülmesi olanaksız ve bazen ebedi bir düzenle ve yeni şekillere bürünerek çözülen sayısız birleşmelere uğruyorlar? Olsa olsa bunlar, zamanını belirlemenin olanaksız olduğu bir dönemde doğru olan bu hareketlerin yönlerini değiştirmek suretiyle olur. Paralel çizgilerin en ufak bir sapımı, zamanın akımı içinde ve atomlar arasında bir çarpışmaya neden olur. Bu bir kez kabul edilince, atomların türlü şekilleri, çevrileri, en karışık birleşmelere ve çözülmelere neden olur. Atomlar sürekli bir hareket içinde iseler, nasıl oluyor da evren daima aynı görünüyor? Molekülleri şiddetli hareketler içinde olduğu halde, eşyanın bize hareketsizmiş gibi görünmesinin nedenini açıklamak için Lucretius, bir otlakta yayılmakta olan bir koyun sürüsüne dikkatimizi çeker: Orada kuzuların neşeli sıçramalarına karşın, uzaktan yeşil bir yüzey üzerinde beyaz lekelerden başka bir şey göremeyiz. Eşyaya dikkat edilirse, doğada birbirine benzeyen hiç bir şeyin var olmadığı görülür. Yani bu birleşmeler çok büyük bir çeşitlilik gösterir.

Lucretius, atomu sadece fiziksel olayları açıklamada değil kozmoloji alanında bir görüş sunarken de kullanmıştır. Ona göre âlem, tanrılar karışmaksızın, sadece atomların toplanmalarından oluşmuştur. Evren de yetkin değildir. Bu nedenden de Tanrısal bir zekânın eseri olamaz der. Atomların kaynaşmalarındaki sonsuz değişiklikler yüzünden her şey sırayla doğar ve ölür. Şu halde âlem, evvelce tasarlanmış bir planın gerçeklenmiş şekli değil, bir rastlantıyla art ardına ve her gün biraz daha iyi uygulanmış olan bir takım kaynaşmaların da ürünüdür. Böylece, yavaş yavaş hava, yeryüzü, yıldızlar, ışın, ısı ve sular meydana gelmiştir.

“Nesne hiçliğe asla dönüşemez, fakat herşey bozulumla birlikte ilk doğasına geri döner. Son olarak baba ether yağmuru toprak anaya attığında yağmur ölür. Fakat bunun ardından iyi ürünler yeşerir ve meyveler ağacın üzerindeki yapraklarla canlanır, ağaçların kendileri büyür ve meyvelerle güçlenir; …"

Eğer eşya, yokluktan oluşabilseydi, bu yaratıcı şeylerin, niteliği gereğiyle de sınırsız olması ve her şeyin her şeyden oluşabilmesi gerekirdi. Yani, insanların denizlerden, balıkların karalardan çıkması olanaklı olurdu. Hiçbir bitki de kendi cinsinin niteliklerini koruyamayacaktı. Bu kanıt, pek doğru bir düşünceye dayanır. Eğer varlıklar yokluktan çıkıyorlarsa, herhangi bir şeyin doğmamış olmasının da nedeni olmayacaktır. Bu takdirde âlem, bir takım acayip kuşakların ölüp doğduğu, sürekli garip ve düzensiz bir alan olacaktı. Oysaki doğanın ilkbaharda gülleri, yazın kuru sebzeleri, sonbaharda üzümü yetiştiren zeninden, yaratmanın gelişmesi, eşyanın dönemsel bir surette ekilmelerinin bir sonucu olduğu anlaşılır. Şu halde bir çok eşyanın, tıpkı sözcüklerde türlü harflerin birleştiği gibi, ortak bazı ögelere sahip olduğunu kabul etmek gerekir.

Lucretius, aynı zamanda, hiç bir şeyin mahvolmadığını, cisimlerin molekülleri dağılınca ölüm; ve birleşince doğumun oluşacağını gösterir. Dağılan ya da birleşen moleküllerin görünmediğini ileri süren bir itiraza karşı da Lucretius, bir fırtına betimiyle cevap verir. Açıklamış olmak için ozan, merhametsiz bir sel hayalini bir yana bırakarak rüzgârın görülemeyen moleküllerinde suyun görülebilen moleküllerinin yaptığı gibi bir etkiye sahip olduğunu anlatır. Ona göre, ısı, soğuk ve ses de aynı suretle görülmeyen bir maddenin varoluşunu kanıtlar. Şu örnekte de pek ince bir gözlem vardır: Deniz kenarında bir yere asılmış olan giysiler, nemli olurlar; sonra onlar güneşe asılacak olurlarsa sulu zerrelerin nasıl kaybolduğu görünmeksizin giysinin kuruduğu görülür. Bu zerrelerin küçük oluşu görünmelerine engel olmaktadır. Uzun yıllar parmaklarımızda taşıdığımız yüzükler incelir. Bir damla su, üzerine düştüğü kayayı deler. Sapanın demiri, işlerken aşınır; ve kaldırımlar gelip geçenin ayakkabılarını aşındırır. Bir yandan diğer yana giden, kaybolan zerreleri doğa bize göstermez. Çok yetkin gözlerin bile tüm doğum ve ölümlerin eklediği ya da dağıttığı zerreleri keşfetmesi olanaksızdır. Özet olarak doğa, görünmeyen zerreler ve atomlar aracılığıyle faaliyette bulunur.

“Günlerin geçişi ve sonsuz zamanın akışıyla ölümlü bünyeye sahip herşey yok edilmelidir. Böylece bu nesnelerin oluşumu ve güçlenmesiyle geçecek toplam sürede ortaya çıkan nesneler tartışmasız biçimde zarar verilemez bir yapıya sahip olacaklardır ve bu yüzden hiçbiri yokluğa tekrar dönemeyeceklerdir."

Eşyanın ilkel öğelerinin, bir kader ya da olgun düşünme aracılığıyle yerlerini almadıklarını söyler. Bunlar, hareketleri için bir düzene bağlı tutulmuş da değildirler. Belki, evrenin ortasında, sonsuz bir zaman devam etmek üzere bin bir şekilde çarpışarak ve her çeşit hareket ve katılımları denendikten sonra, nihayet evreni toptan doğuracak bir şekilde konum almışlardır.

Alemin kendi kendine devam etmesi de, ebediyet akımı içinde atomların sayısız birleşmeleri sayesinde yine kendi kendine meydana gelmiş olma zorunluluğunun bir halinden başka şey değildir. Bunun amacı da, yalnız, bu hareketlerin doğasının gereği olarak, pek büyük bütün içinde atomların korunması ve sonsuz bir surette oluşmaları ve âlemin bize haz veren istikrarını kazanmasıdır.

Lucretius, felsefelerin, ruhu aydınlatmak suretiyle bizi ölüm korkusu gibi boş tasalardan kurtardığını anlatır. Can’ı (anima), ruh’tan (animus) ayrı ele alır. Birbirleriyle sıkı bağları olduğunu savunur. Ruh, el, göz ve ayak gibi canlının herhangi bir organıdır. Can’ın tüm tensel yaşamın basit bir uyumu olduğu düşüncesini reddeder. Ölüm anında bedeni terk eden hayatsal hava ile ısı, canı meydana getirir. Bunun en ince ve hafif kısımları, duyumları alan ve merkezi göğüste olan ruhu meydana getirir. Her ikisi de madde düzenindendir; küçük, yuvarlak ve çevik atomlardan yapılmışlardır. Şarabın ya da merhemin kokusu uçtuğu zaman, ağırlıklarında hiç bir fark görülmez, can çıktığı zaman da durum aynıdır.

Gerek Epicurus, gerek Lucretius, atom hareketlerinin bir duyum olmasını kabul etmekten çıkan zorluğu gidermek için, atomlara canı oluşturan havanın buhar ve ısının hafif ve ince atomlarına, adsız, pek fazla ince, hafif, tamamıyle merkezsel ve çevik olup, canın canı olarak adlandırdıkları bir dördüncü atom ilave ederler.

 

C) ANTİK HİNTTEKİ DÜŞÜNCE SİSTEMLERİ İÇİNDE ATOMCU DÜŞÜNCE’NİN YERİ

Batı dünyasında karşımıza çıkan sorgulamalar Hint düşünce dünyası içinde de oldukça önemli bir yer tutar. Doğanın nitelikleri, evrenin işleyişi, gerçek arayışı gibi bugün dahi süren ortak soruları Hintli ve Batılı filozofların ele alışları farklı olmuştur. Felsefe açısından önemli olanın sonuçtan çok sonuca varma biçimi olduğunu kabul ettiğimizde Hint Felsefesi’nin, Batı Felsefesi’yle farkı kendiliğinden ortaya çıkar.

Batı’da felsefe dallara ayrılmıştır. Böylece her bir dal aynı zamanda kendi içinde de bir sistem geliştirmiş ve konular ayrı ayrı incelenmiştir. Metafizik, insanın doğa ve tanrı hakkındaki sorgulamalarını içine alır. Epistemoloji, bilgi kuramını; Mantık, doğru düşünce ve bu düşünceyle ilgili kuralları; Etik, ahlâk ve törebilim kurallarını; Estetik güzellik kavramını; Aksiyoloji, değer kavramını; Sosyoloji, toplumsal sorunları; Psikoloji (Ruhbilim), insan düşünü ve davranışını inceler.

Hint felsefesinde böyle bir sınıflamaya rastlanmaz. Yukarıda saydığımız bütün konular bir bütünlük içinde incelenir. Ancak Hint felsefesinin de kendi içinde bir sınıflamasını yapmak mümkündür. Böyle bir sınıflamada en temel ayrım noktası esas alınan bilgi kaynağı olacaktır.

Hindistan’da yazılmış en eski eserleri Vedik Edebiyat içinde buluruz. Vedik Edebiyat, Şruti ve Sûtra kolleksiyonları ve bunların tefsirlerinden meydana gelmiştir. Şruti kelime olarak ‘ilham’ anlamına gelir ve Samhita’lar, Brähmana’lar, Äranyaka’lar ve Upanishad’lardan oluşan yazılı Vedik birikimin hepsini tanımlamak için kullanılır. Sûtra’lar ise hukuk, din, adak törenleri, gramer, astroloji, şiir ölçüsü gibi konularda yazılmış Vedalar’a bağlı metinlerdir.

Hint felsefesi Vedik Edebiyatı doğru bilgi kaynağı olarak kabul edenler (Astika) ve etmeyenler (Nästika) olarak iki gruba ayrılmıştır. Birinci gruptaki felsefe sistemleri din kökenli (orthodoks) inanışlar olarak kabul edilir. Bunun inanç olarak isimlendirilmesinin nedeni insanlara bir yaşam biçimi öğütlemek ve belirli inançları bu yolun ve gerçeği bulmanın tek aracı olarak göstermekle felsefeyi saf bir fikir (düşünce, bilgi) olmaktan çıkarmasındandır. Bu felsefe, din ve yaşamı içiçe kılar. Her insanın yaşamının bir anlamı ve amacı vardır. Kişinin amacı bu anlamı bulmaktır. Anlama ulaşmak demek, ebedi kurtuluşa, moksha yani nirvana’ya erişmek demektir. Kişiye yol gösterecek şey felsefedir.

Veda’larda ve en üstün biçimde de Upanishad’larda görülen gerçek arayışı, Veda dönemi sonrası ortaya çıkan bazı din ve felsefe ekollerinin de etkisiyle Şaddarşana adı verilen altı felsefe sistemi altında toplanmıştır. Bunları altı farklı sistem olarak değil, birbirini tamamlayan iki sistemin biraraya gelmesiyle oluşmuş üç çift sistem olarak görmek gerekmektedir. Kendi içlerinde bir bütünlük de söz konusudur, ki bütün sistemlerYoga’yı temel teknik olarak benimser. Sistemler şöyle eşleştirilir: 1) Samkhya-Yoga; 2) Mimansa-Vedanta; 3) Nyäya-Vaişeshika.

Materyalist’ler, Cainist’ler ve Buddhist’ler bu sistemlerin karşısında, yani ikinci grupta (Nästika) yer alırlar. Herbirinin ortaya koyduğu bilgi ve anlamlandırmayla Hint Felsefesi oldukça renkli bir görünüm kazanmıştır.

Max Müller altılı felsefe sisteminin oluşum sürecini Buddha döneminden (M.Ö. 5 yy) Ashoka (M.Ö. 3 yy) dönemine bağlar. Özellikle Vedänta, Sämkhya ve Yoga sistemlerinin kökenlerinin Upanishad’lar ve Brähmana’lardan pekçok Rgveda ilahisine kadar uzandığını kabul eder.

“Büyük felsefe sistemlerinin izafi yerlerinin tespiti de bir o kadar zordur, çünkü, daha önce açıkladığım gibi, karşılıklı olarak birbirlerinden alıntı yaparlar. Buddhizm’in altı ortodoks sistemle olan ilişkisine gelince, bana öyle geliyor ki söylenebilecek en dürüst şey felsefe okullarının öğretilerini Buddhist Sûtta’lar aracılığıyla, tıpkı bizim altı klasik ya da ortodoks sistemimizdeki gibi uşaktan kuşağa devrettiğidir.”

Daha sonra Kanäda’nın kategorileri içinde karşımıza çıkacak ifadelere de bu eserlerde rastlamak mümkündür. Buna bir örnek olarak Chandogya Upanishad III, 14’de karşımıza çıkan Şändilya’nın açıklamaları gösterilebilir:

“Bu Ätman benim kalbimin derinliklerindedir ve bir pirinç veya arpa tanesi ya da hardal çekirdeği kadar küçüktür... Kalbimin derinliklerindeki bu Ätman dünyadan, gökyüzünden, göklerden ve bütün dünyalardan daha büyüktür. Bütün hareketler, istekler, korkular, tatlar ondadır; kendi içini kapsayan herşeyi tutan odur...”

Cainizm fiziksel nesnelerin atomlardan (paramänu) oluşan duyular aracılığıyla anlaşıldığını söyler. Bir atom (anu)’un sabit bir noktası, başı, ortası ya da sonu yoktur. Atomların son derece küçük, ebedi ve nihai olduğu, aynı zamanda yaratılamayacakları gibi yok da edilemeyecekleri söylenir. Bütün şekillerin (mûrta) yapıtaşı olmasına rağmen kendisi şekilsiz (amûrta)dir.

Buddhizm sadece dört elementin (sert olan toprak, soğuk olan su, sıcak olan ateş ve hareketli olan hava) varlığını kabul ederken beşinci element olan äkäşa’yı tanımaz. Bu görüşe göre görülebilir nesneler temel atomların kapasiteleri kadarıyla bir araya gelmelerinin sonucudur. Atom kuramı Buddhizm içinde iki okul (Vaibhäshika’lar ve Sauträntika’lar) tarafından kabullenilmiştir.

Görüldüğü gibi, Atomcu düşünce Yunan felsefesi içinde pek çok ekolce yadsınmasına karşın, Hint felsefesinde iki ana grup içinde de kabul görmüştür. Ancak Antik Yunan’da Leucippus ve Democritos’un kurucusu olduğu atomculuğun Hint’teki eşdeğeri, Kanäda’nın kurucusu olduğu Vaişeshika Sistemi olarak gösterilebilir.

 

 

Ç) ATOM KURAMI, KANÄDA VE VAİŞESHİKA SİSTEMİ

Altı sistem içinde Nyäya ile birlikte en yakın tarihli sistemdir. Kelime olarak ‘özel, hususi, ayrı, özgün, belirleyici, başkalarından ayıran’ anlamlarına gelir ve yine Sanskrit bir sözcük olan vişesha (ayrım; farklılık; ayıran temel özellik)’dan türemiştir. Her iki sistem de evrenin kökenini atomlara (anu, pramänu, kana) dayandırır, mantıksal düşüncelerin düzenlenmesinde ve kesin tanımlar koymada ortak bir tutum sergilerler. Bu nedenle iki sistemi ayıran özellikler ancak orjinal kaynaklara ulaşılmasıyla ortaya konabilmiştir.

Bu kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında eskiden beri kabul gören Nyäya sisteminin daha eski olduğu inancı değişmiştir. Bu görüşe katılan bilimadamlarından Garbe’ye göre:

“Vaişeshika Sistemi’nin Nyäya Sistemi’nden daha eskiye ait olduğu görülüyor.”

Bir başka bilimadamı S. Radhakrishnan ise şöyle der:

“İnsan bilgisine özel genelden daha önce gelir. Bizim Nyäya’da sahip olduğumuz gibi bir bilgi kuramı, bilgi bağımsız bir ilerleme yapana dek, mümkün değildir. Mantık eleştirici ve doğrulayıcı gibi görünüyor. Gautama’nın Sûtrası ve Vatsyäyana’nın Bhäshya’sı Vaişeshika’dan oldukça etkilenmiş görünüyorsa da, Kanäda’nın Sûtra’sında Nyäya sisteminin etkisi gözlenemez. Vaişeshika’nın Buddhizm ve Cainizm’den daha eski olduğu öne sürülmüştür. Buddhist Nirväna teorisi Vaişeshika’nın Asatkäryaväda ’sına dayandırılır. Lalitavistara’da olduğu gibi pekçok Cainist eserde, Cainistlerin Astikäya’ları gibi atom kuramlarının da kökeni Vaişeshika’ya dayandırılır. Atom kuramı, maddelerin sınıflandırılması ve bilginin iki anlamının kabul edilmesi Vaişeshika’nın Buddha ve Mahävira dönemlerinde ortaya çıktığına dair güçlü göstergelerdir.”

Aşvaghosha, Sûträlamkära’sında Vaişeshika’yı Buddha’dan önceki bir döneme maleder.

Felsefik Sûtra’ların tarihlendirilmesi ve öncelikleri konusunda Max Müller Indian Philosophy adlı eserinde şunları söyler:

“Eğer Hindistan’daki felsefik düşüncenin düzeyini, Brähmana’lar ve Upanishad’larda ve daha sonraki zamanlarda Buddhistlerin dinsel kitaplarında sunulduğu biçimiyle hesaba katarsak, altı ünlü felsefe sisteminin tarihinin tespiti için yapılan bütün gayretlere şaşıramayız. Belki de birbirleri arasındaki karşılıklı benzerlikler dolayısıyla bu şimdiye kadar başarılamadı. Buddhizm ve Cainizm’in benzerlikleri doğru fakat bu iki felsefik sistem pek çoğundan farklı, ve bu sayede tarihlerinin tespiti olası. Ait oldukları tarih ve tarihi gelişimleri hakkında birşeyler bilmemiz, sadece felsefik inançları değil M.Ö. 5., 4. ve 3. yy’lar süresince elde ettikleri başlıca sosyal ve politik önemini de öğrenmemizi sağlar.Biz aynı zamanda Buddha’nın pek çok öğretmeninin ve çağdaşının bulunduğunu, fakat hiçbirinin Hint yazım tarihinde bir iz bırakmadığını da biliyoruz.”

Geç dönem Cainist eserlerinden biri olan Ävaşyaka’da Vaişeshika sisteminin kurucusu olarak Cainist Rohagutta gösterilir. Oysa bu sistemin gerçek kurucusu Kanäda’dır. Kanabhuc ve Kanabhaksha isimleri de aynı kişiye aittir ve üç isim de ‘atomlar hakkında herşeyi bilen; atomları hatmetmiş; atomlara düşkün’ anlamlarına gelir. Yaşamıyla ilgili elimizdeki bilgi oldukça sınırlıdır. Vaişeshika Sisteminin ortaya çıkışının Buddhizm ve Cainizm ile eş zamanlı olduğu gözönüne alındığında Kanäda’nın da M.Ö. 6. yy’da yaşadığı varsayılır.

"Kanäda’nın hayatı ve yaşadığı dönem hakkında kesin bilgimiz yoktur. Hindliler tüm diğer büyük adamları gibi, bunun yaşadığı dönemi de Brahma’ya kadar yükseltirler. Bu itibarla kendisi hakkında tarihsel bir bilgimiz yoktur. Yalnız adına bağlı olan sistemden anlaşıldığına göre, Budacılıktan önce ve ilk Yunan filozoflarından Thalés ve Pisagor zamanında yaşadığı anlaşılmaktadır. Ward’ın verdiği bilgilere göre, Kanäda, Gotama’nın çağdaşıdır. Fakat bu filozofun yaşadığı dönem de bilinmemektedir. Bu yazarın önemli bulduğu nokta, Kanäda adının Rig-Veda’da geçmiş olmasıdır. Bu eser Kanäda’nın kendisini çok sert çilelere alıştırdığını, babasının kutsal kitaplar hakkında derin bilgileri olan bir zat olduğunu kaydeder. Kanäda’nın Mugdala adındaki bir öğrencisi vardır ki bu Hindistan’ın dinsel ve tarihsel efsanelerinde önemli bir rol oynar.”

Kanäda’nın kendine özgü düşüncesi, hatta kendi felsefesinin belirleyici yönü, Anu ya da atom teorisidir. Atomlar Sämkhya felsefesinde Tanmätra’lar olarak işlenmiştir. Atom fikri Nyäya felsefesinde de bilinmesine rağmen (Nyäya Sûtra’lar, IV.2, 4-25), hiçbir yerde Vaişeshika’da olduğu kadar ayrıntılı işlenmemiştir. Kanäda bir yerlerde en küçük şey’in olması gerektiğini daha ileri incelemeleri reddederek ileri sürmüştür. Kanäda’nın öğretisine göre; toprak, hava, su ve ateş atomları ebedidir ve yaratılmamıştır. Buna rağmen kendileri yayılamaz, onların karışık doğaları yayılmanın ve atomların birleşimlerinin görünebilir olmasının nedenidir. Bu nasıl anlaşılır ve birleşimlerin görünebilirliği nerede başlar? Bu noktada Kanäda sessiz kalır ve kesin bir görüş sunmaz.

Kanäda bir dağın, bir hardal tohumundan daha büyük olamayacağını söyler. Bu en küçük ve görülemeyen parçacıkların kendi içlerinde ebedi fakat bir küme olarak sonlu olduklarını savunur. Bir küme olarak atomlar canlı organizmalar ve cansız varlıklar olarak düzenlenebilirler. Böylece insan vücudu bir toprak oluşumudur, koku alabilme yetisi topraksal bir uzuvdur, kayalar ise cansızdır.

Kanäda’nın atom kavramı içinde basit, ikili, üçlü ve dörtlü atomlar vardır. Maddesel tözleri birincil atomlar olarak değerlendirir ve birleşenler ise ikincildir. Güneşışığında görülen toz zerresi algılanabilir en küçük miktardır. Ona göre Bir maddenin ve eşyanın varolabilmesi için altparçalarının olması gerekir; aynı şekilde bu da bir madde ve eşya’dır. Bu zincirleme en küçüğe kadar iner ve o da basit ve bileşmemiş olan atomdur. Bu dizilimler sonsuza kadar sürebilir. Hardal kökü ile bir dağ, sivrisinek ile bir fil gibi, sonsuz parçacık içeren hiçbir şeyde büyüklük farkı olmayacaktır. Esas olan atomdur ve gerisi basittir.

Kanäda maddenin niteliği konusuna oldukça önem verir. Ortaya attığı atom kuramının Democritos’unkiyle pek çok ortak noktası vardır. “Işık ve ısı aynı temel maddenin farklı formlarıdır” der. Bu da bazı alanlarda çok daha derin incelemelere daldığının bir göstergesidir. Onun, sesin yayılması teorisi bu kadar uzak bir tarihte olmasına rağmen hayranlık verici ve takdire değerdir.

“Sesin bir yerde ortaya çıkıp başka bir yerde duyulmasını izah etmek için yapılan gözlemde dalgalanarak yayıldığı tespit edildi. Bu dalgalanma bir çekirdeğin çiçek açması gibi bir merkezden bütün yönlere bir yayılıştı. Duyulan ses ne ilk ve ne de oradaki dalga değildir -fakat sonuncu duyu organıyla temas eder. Bu yüzden kulak zarının duyduğunu söylemek tam olarak doğru değildir. Ses, birleşmede, ayrışmada ya da sesin kendisinde ortaya çıkar. Zillerin birleşmesi ya da davul ve sopanın birleşmesi birincisine örnek olarak gösterilebilir. Yaprakların hışırtısı ayrışma esnasındaki sesin sonucudur. Bazı durumlarda sesin nedeni yine ses olur. Rüzgarın uyumu ya da durgunluğu olsa olsa beraberinde gelen bir nedendir: Karşıt bir rüzgâr ona engel olur. Bütün durumlarda gerçek neden etersel bir sıvıdır ve onun ses çıkaran bir maddeyle birleşmesi beraberindeki nedendir.”

Bütün dünyada kabul görmüş herşeyin özündeki beş elementin var olduğu düşüncesi burada da geçerlidir. Bu beş küçük parçacık ya da atoma (toprak, hava, su, ateş ve boşluk) tanmätra adı verilir. Beş element beş temel parçacık ya da yapı taslağından üredi. Birincisi boşluğu dolduran yayılmış, uçucu sıvı äkäşa: Bir ses aracı olarak duyulabilirlik özelliğine sahiptir, ses çıkaran bir organ taslağı ya da etersel atomdan türemiştir. İkincisi hava’dır. İşitmeye ve dokunmaya duyarlı olarak işitilebilirlik ve dokunulabilirlik özelliği bağışlanmıştır; dokunulabilir organ taslağı ya da havaya ait atomdan oluşmuştur. Üçüncü ateş, duyulabilirlik, dokunulabilirlik ve renk özellikleriyle donatılmıştır; duymaya, dokunmaya ve görmeye duyarlıdır, renkli organ taslağı ya da ateşe ait atomdan türemiştir. Dördüncü su, duyulabilirlik, dokunulabilirlik, renk ve tad özelliklerine sahiptir; tatlı organ taslağı ya da sulu atomdan olmuştur. Beşinci toprak, duyulabilirlik, dokunulabilirlik, renk, tad ve koku özelliklerini bir arada toplar ve bunlara duyarlıdır.

Kanäda’nın atom kuramı kadar önemli bir diğer çalışması da sınıflamalarıdır. Herşey üst bilinçten veya summum bonum (en iyi (Latince))’dan doğan olağan öğretme umuduyla başlar, ki Kanäda buna Dharma (erdem) adını verir. Kanäda’ya göre özel bir erdem türünden Padartha’lar yani kategorilerin gerçek bilgisi ve bundan da bir kez daha en iyi (summum bonum) doğar. Bu kategoriler tüm bilgi alanını kapsayan bu kategoriler:

1. Töz (Substance): Dravya; 2. Nitelik (Quality): Guna; 3. Eylem (Action): Karman; 4. Birliktelik, Sınıf (Genus, Community): Sämänya; 5. Ayrım (Species, Particularity): Vişesha; 6. Birlik (Inhesion, Inseparability): Samaväya.

Bunlara ek olarak kimi yerlerde yedinci bir kategoriden; Yokluk (Abhäva)’dan bahsedilir. Bunlar karşılıklı benzerlik ve farklılıkları aracılığıyla, yani nasıl farklılaştıkları ve ne dereceye kadar benzeştikleri gösterilerek irdelenecektir. Aslında bu noktada Gotama’nın Padartha’larından ziyade Aristotle’nun Kategoriler’ine daha yakın bir sınıflamaya sahibiz. Bu kategorilerin isimlendirilebilen, yani bilinebilen tüm şeylerin bir listesini içerdiğine inanılırdı. Eğer Aristotle’nun kategorilerinin sayısının yanlış olduğu ispatlansaydı, hiç şüphesiz Kanäda’nınkiler de aynı kaderi paylaşırdı. Abhava, Yokluğun bu kategoriler içerisinde bir yer hak edip etmediği daima bir tartışma konusu olarak kalırken bazı filozoflar bu kategorilere iki yeni kategoriyi eklemekte sabırsızdırlar. Bu iki yeni kategori: Potansiyel (Skakti) ve Benzerlik (Sadrşya)’dır.

Kanäda’nın çalışmalarını içeren Vaişeshika Sûtra on kitaptan oluşur. Birinci kitapta beş kategorinin (Töz, Nitelik, Eylem, Birliktelik, Ayrım) tartışılması yer alır. İkinci kitap tözlerle ilgilidir ancak ruh ve akıl’a değinilmez. Duyulara bağımlı bu tözler ve sonuc doğası üçüncü kitapta işlenir. Dördüncü kitabın ana konusu evrenin atomik yapısıdır. Beşinci kitap eylem türleri ve doğanın tartışılmasına adanmıştır. Etik problemleri altıncı kitabın konusunu oluşturur. Yedinci kitap nitelik, öz ve aslın ne olduğu sorularını tartışır. Son üç kitap ise temelde mantık ve kavrayış, sonuç ve nedensellik problemlerinden bahseder.

 

 

D) PADARTHA’LAR (KATEGORİLER)

I. TÖZ (DRAVYA)

Vaişeshika’ya göre tözler:

1. Toprak: Prthivi

2. Su: Apah

3. Işık: Tecas

4. Hava: Vayu

5. Eter: Äkäsha

6. Zaman: Kala

7. Boşluk: Dish

8. Benlik: Ätman

9. Akıl: Manas

Çok az nitelik tözsüz meydana gelebiliyorsa da, Tözler, niteliksiz var olmazlar. Listenin ilk dört maddesi atomlar halindeyken ebedi ve maddesel varlıklar halindeyken ebedi değildirler. Bu ebedi olmayan tözler ya organik, inorganik ya da duyu organları olarak varolurlar. Atomları harekete geçiren güç tanrıdan gelir. Tanrı en üst düzeyde Ätman, alt düzeyde ise kişisel ruhtur. Birincisi tekdir, ikincisi ise sonsuzdur.

En çok nitelik taşıyan toprağın ayıredici özelliği kokusudur. Bu koku en kısa ve en öz biçimde madde kokusu olarak tanımlanır. Değerli taşlarda olduğu gibi bazı örneklerde koku gizli kalmıştır. Bu koku ancak madde yakarak toz haline getirildiğinde belirgin hale gelir.

Su, koku dışında toprak niteliklerine sahiptir ama fazladan yapışkanlık niteliği vardır. Suyun belirleyici niteliği serinliktir. Bu nedenle farkedilebilir madde soğukluğu olarak tanımlanır.

Işık renklidir ve diğer maddeleri aydınlatır. Sıcak hissi uyandırır, ki bu onun belirleyici niteliğidir. Hissedilebilir madde sıcaklığı olarak tanımlanır. Atomlar olarak sonsuz bütün olarak geçicidir. Işık saçan organik bedenler sonsuz güneş ülkesinin bedenleridir. Görme yetisi organı olan görülebilir ışın parlaktır. Organik olmayan ışık dört katlı varsayılır: Toprağa ait, göğe ait, alvine ve minerale ait. Diğer bir ayırım görmek ve hissetmekle ilgilidir; ışık ya da ısı olarak açık ya da gizli olabilir. Ateş hem görülür hem de hissedilir; sıcak suyun ısısı hissedilir ama görülmez; ay ışığı görülür, fakat hissedilmez; parlayan ışın ne görülür ne de hissedilir.

 

II. NİTELİK (GUNA)

Tözlerin temel nitelikleri şunlardır:

1. Renk, Rûpa: Toprakta, suda ve ışıkta bulunur;

2. Lezzet, Rasa: Toprakta ve suda bulunur;

3. Koku, Gandha: Toprakta;

4. Temas, Sparsha: Toprakta, ışıkta, suda ve havada;

5. Sayı, Sämkhya (tek ya da çoğu algılamamızı sağlar);

6. Nicelik, Parimäna;

7. Bireysellik, Prthaktva (ya da çeşitlilik);

8. Birleşme, Samyoga;

9. Ayrışma, Viyoga;

10. Öncelik, Paratva;

11. Ardıllık, Aparatva;

[Bu noktada 11 ile 15 arasındaki maddeler, yerçekimi, akışkanlık, yapışkanlık ve ses olarak düzenlenmiştir. Geri kalan niteliklerin sadece akıl yoluyla algılanabileceği, duyu organlarıyla algılanamayacağı söylenir.]

12. Düşünce, Buddhi;

13. Haz, Sukha;

14. Acı, Duhkha;

15. Arzu, İcchä;

16. Nefret, Dveshau;

17. İrade, Çaba, Prayatna.

[Bu noktada yine bazı otoriteler, Dharma (Erdem) ve Adharma (Suç); Samskära (Yetenek ya da Eğilim) ve Bhävana (Hayalgücü)’nü eklediler.]

Kanäda, toprak, su, vs.’nin niteliğini ikinci kitapta tartışır. Diğer filozoflar gibi o da toprak, hava, su, ateş ve eter’e çeşitli nitelikler atfeder. Bunlar temel ve belirleyici niteliklerdir. Sonradan eklenenlerle birlikte toprak için 14 nitelik sayılır. Bunlar renk, lezzet, koku, temas, sayı, nicelik, bireysellik, birleşme, ayrışma, cins, ayrım, yerçekimi, akışkanlık ve kalıcılık’dır. Lishvara ya da Lord’a atfedilen nitelikler, sayı, bilgi, arzu ve irade’dir. Kanäda görünmez olan hava söz konusu olduğunda teması ve yaprakların hışırtısını onun varlığının delili olarak kullanır. Bunu, bu özelliklere sahip olan tek şeyin hava olmadığını göstermek için yapar. İlginç bir şekilde Kanäda, havanın görülebilir bir belirtisinin olmadığını fakat varlığının çıkarsama ve tanrısal esinlenmeyle ispat edilmek zorunda olduğunu ortaya koyduktan sonra ‘iş ve söz bizden farklı varlıkların gerçekten var olduklarının işaretleridir’ diyerek bunu tanrının ispatı için bir fırsat olarak kullanır.

Peşisıra Kanäda eter’in varlığını ispata çalışır.Bir nitelik olan sesin varlığının açıklanabilmesi için eter’in varlığını kabul etmek gerekir. Kanäda daha sonra belirleyici ve geçici nitelikler arasındaki ayrımı ortaya koyar. Örneğin, bir giysiye çiçek kokusu sürülürse, bu koku giysinin sadece geçici bir niteliğidir, oysa toprağın kokusu onun belirleyici niteliğidir. Bu şekilde ısı ışığın, soğuk suyun belirleyici niteliğidir.

 

III. EYLEM (KARMAN)

Tözü etkileyen temel eylemler:

1. Yukarı atma, Utkshepana;

2. Aşağı atma, Avakshepana (ya da Apa);

3. Büzüşme, Akunchana;

4. Yayılma, Utsarana (ya da Pras-);

5. Gitme, Gamana.

Kanäda’nın Eylem kategorisi içinde yer alan yukarı, aşağı ve yayılma gibi temel eylemlere Rgveda’da Yaratılış İlahisi (X, 129.5)’nde rastlayabiliriz:

“ Bunların ipleri iki yana yayıldı

Aşağıda mı yoksa yukarıda mı diye,

Orada doğurtanlar, orada güçler vardı

Aşağıda enerji, yukarıda ise etki vardı.”

Burada Vaişeshika öğretisi içinde yer alan neden-sonuç ilişkisine benzer bir ifade kullanılmıştır ve etki anlamında 17. Guna, Prayatna göze çarpar. Yine aynı ilahinin 4. şlokasında Samskära ile varlık-yokluk üzerine bir tartışmayla karşılaşırız:

“ Başlangıçta İstek ortaya çıktı,

O istek ki aklın ilk tohumudur.

Varlıkların var olmayana bağlı olduklarını

Azizler kalplerini araştırarak anladılar”

Eylemler ya da hareketler kimi zaman Samskära ile özdeşleştirilir veya kökenleri ona kadar götürülür. Samskära hareketli ve hareketsiz varlıklara uygulandığında sezgi ve içgüdülerle kavranabilen bir kavramdır. Samskära’lar kavramı Sämkhya veBuddhist felsefeler içinde önemli bir yere sahiptir.

Samskära Tarkaditika’da Cäti, yani doğa ve doğuştan gelen özellikler yoluyla kavranabilir. Tarka-Samgraha’da ise üç alt başlıkta (Vegah, Bhavana ve Sthitisthapakah) temsil edilir.

Kanäda, Sûtra’larda töz, nitelik ve eylemin herbirinin tekbaşına sahip olduğu belli özelliklerin yanısıra ikisinin veya üçünün ortaklaşa sahip oldukları özellikleri göstermeye çalışır. Bu tartışma akışında Kanäda sıklıkla bu özelliklerin ürettiği sonuçlar üzerinde durur. Bu doğrultuda Kanäda Cins, Ayrım ve Bireysellik’de olduğu şekliyle etki ve sonucun anlamının kavranabilmesi için ikinci tartışmaya geçer.

Neden ve sonuç hakkında Kanäda, nedenin sonucu öncelediğini fakat, nedenin gerçek bir neden olabilmesi için sürekli olması ve sonuçların koşulsuz olarak ona tabi olması gerektiğini söyler. Kärana’nın sıklıkla karıştırılan iki farklı anlamı vardır. Kärana neden anlamına gelmesine rağmen, yerinde kullanıldığında araçsal neden veya sadece araç anlamına gelir. Örneğin balta bir ağacı keserken araç, Kärana’dır, fakat bu neden anlamındaki Kärana değildir. Kanäda’ya göre nedenler zımni, açık ve araçsal olmak üzere üç türlüdür. Örneğin lifler kumaşın zımni nedenidir; liflerin dokunması açık neden ve liflerin dokunmasında kullanılan mekik araçsal nedendir.

 

IV. BİRLİKTELİK (SÄMÄNYA)

Sämänya, Birliktelik töz, nitelik ve eylemde var olan ve sürekli olduğu var sayılan Kanäda’nın dördüncü kategorisidir. Sämänyayüksek ve alçak olarak derecelere göre sınıflandırılır. Sämänya’nın en yüksek derecesi saf varlık, Satta’dır ve Upadishi’ler tarafından sınıflandırılır. Buddhist filozoflar doğal olarak böyle bir kategorilemeyi reddederler ve bütün tecrübelerimizin tekil nesnelerle sınırlı kalması gerektiğini savunurlar.

 

5. AYRIM (VİŞESHA)

Bu tekil nesneler Kanäda’nın beşinci kategorisi olan Vişesha’da ortaya koyduğu, bireyselliği veya her nesnenin farklılığını oluşturan şeylerdir. Kalıcı varlıklarda da mevcut olduğu varsayılır. Bu sayede sadece bir soyutlama olarak değil, fakat gerçek bir şey olarak orada duran ve analiz veya soyutlama aracılığıyla keşfedilebilen şeyler olduğu gözükmektedir.

 

 

 

6. BİRLİK (SAMAVÄYA)

Daha önce de karşımıza çıkan, Hint felsefesine özgü bir kategoridir. Samaväya birlik olarak ifade edilir. Kanäda’ya göre bu at ve sürücü veya birbiriyle karıştırılan süt ve su arasındaki bağ, Samyoga’dan farklıdır. Lifler ve kumaş, baba ve oğul, iki yarım küre ve bütün, neden ve sonuç, tözler ve nitelikler, birbirine bağımlı ve bu nedenle ayrıştırılamaz olan her iki şeyin arasında Samaväya vardır.

Bu ilişki Hint felsefesi dışındaki felsefeler tarafından bilinmesine ve birçok tartışmada faydalılığını kanıtlamış olmasına rağmen Hint felsefesi dışında özel bir isim almamıştır. Örneğin düşünce ve söz arasındaki ilişki Samyoga değil Samaväya anlamındaki birliktir.

 

7. YOKLUK (ABHÄVA)

Altı kategoriye ilave olarak bazı mantıkçılar negatif bir yedinci kategori, Abhäva, Yokluk’u eklerler. Bu kategorinin dört türü vardır: 1. Pragabhäva, Önceki Varolmayış: Örneğin dokunulmamış kumaş; 2. Dhvamsa, Sonraki Varolmayış: Bir vazonun kırıldıktan sonra bir daha var olamayışı gibi; 3. Atyant-Abhäva, Mutlak Varolmayış: Bir imkânsızlık, örneğin kısır bir kadının çacuğu; 4. Anyanyabhäva, Karşılıklı Varolmayış: Su ve buz örneğinde görülebileceği gibi.

 

3. HİNT VE YUNAN FELSEFELERİ ARASINDA ÖNCÜLLÜK TARTIŞMASI

 

Tezimizin konusu olan ‘Antik Hint’te Atom Kuramı’nın Kökleri’ tezin ele alınışı açısından da iki Antik Yunan ve Antik Hint Uygarlıkları arasında bir karşılaştırmayı gündeme getirmektedir. Buna neden olan temel etken yapılan araştırmalar boyunca Antik Hint’te görülen zengin birikime rağmen Atom Kuramı’nın kökeni olarak karşımıza sürekli Antik Yunan’daki Atomcuların çıkması oldu. Etkileşimin varlığı ve bu etkileşimin kaynağının kaynağının bulunması pek çok bilimadamını da meşgul etmiş bir konudur.

Prof A.A. Macdonell felsefik yazına bakıldığında erken dönem Yunan ve Hint filozoflarının pek çok ortak noktası olduğundan bahseder. Elea Okulu’na ait öğretilerin başlıcalarından olan tanrı ve evrenin birliği, herşeyin çokluk içinde ortaya çıkmadığı, düşünmenin varolmakla özdeş olduğu Upanishad’ların felsefesinde ve onun sonucu olan Vedänta sisteminde de bulunabilir. Yine, Empedocles’in öğretisi olan; ‘hiçbir şey yoktan var ve vardan yok edilemez’ de Sämkhya sisteminin temel öğretisiyle kesin bir paralellik içerir. Yunan geleneğine göre Thales, Empedocles, Anaxagoras, Democritos ve diğerlerinin felsefe eğitimi için doğu ülkelerine seyahatler yaptıklarını söyleyen Prof. Macdonell, Yunanlıların, İran yoluyla Hint düşününden etkilenmelerinin en azından tarihi bir olabilirlik olduğunu vurgular.

“Bahsedilen durumlarda gerçek ne ise de, Pythagoras’ın Hint felsefe ve bilimiyle olan bağı bu olasılığın ne derece yüksek olduğu yolunda bir delildir. Ona maledilen hemen hemen bütün öğretiler, dini, felsefi, matematiksel, M.Ö. 6. yy’da Hindistan’da biliniyordu. Fikrimizi destekler nitelikteki rastlantılar o kadar çok ki: Göç teorisi, beş elementin varsayımı, geometrideki Pisagor teoremi, fasülye yemenin yasaklanması, Pythagoras’cı dini-felsefik yapısı ve Pythagoras okulunun mistik kuramları. Bütün bunlar Antik Hint ile yakın bir paralellik içerir. Ruhgöçü öğretisi Pythagoras için bir bağlantı ve açıklayıcı alt yapıdan uzak görünüyor ve Yunanlılarca da yabancı merkezli sayılıyor. Antik Mısırda bilinmediğine göre oradan da alınmış olamaz. Bununla birlikte daha sonraki geleneklere rağmen Pythagoras’ın Hindistan’a gitmişliği imkânsız görünüyor, fakat Hintlileri İran’da oldukça iyi tanımış olabilir.”

Öncüllüğü Hintlilere veren bilimadamları arasında yer alan Colebrook da kendi görüşünü şu sözlerle özetler:

“Ben bu örnekte, Hintlilerin öğrenciden çok öğretmen oldukları sonucuna daha yakınım”

Bir başka destekleyici fikir de Prof. H. H. Wilson’dan gelir:

“Hinduların felsefik düşüncelerinin Yunan’dan gelmesi çok inanılmaz görünüyor, bu noktada bir ödünç alma söz konusuysa, ikincisi ilkine göre çok daha olası.”

Max Müller sahip olduğumuz felsefik değerlerin Antik Yunan’ın entellektüel mirası olduğunun altını çizerken. Damaklarımız çocukluğumuzdan beri bize sunulan yiyeceklere alışıktır, bu yüzden Hindistan’ın düşün hazinesinden bize gelen herşeyi (dil, mitoloji, din ya da felsefe’de olduğu gibi) genellikle sırf alışılmadık, tuhaf bularak bir kenara ittik der. Kanäda’nın atom kuramının da Yunan kaynaklı varsayılabilmesinin aynı nedenden dolayı kolaycılık olduğunu vurgular. Bu doğru olsaydı Kanäda’nın atomlar üç çift atom (Tryanuka) bileşimi olana kadar görülemeyeceği fikrinin ilgi çekici bir yanı kalmazdı, zira inanış hiç bir şekilde basit ve de ikili atomların görülemeyecekleri şeklindeydi. Böylesi bir açıklamaya Epicurus öğretisinde rastlanmaz. Bu bir anlamda Kanäda’nın atomun doğasına bakışının tamamen farklı bir nitelikte olduğunun göstergesidir.

"Kanäda ve Empedocles’in felsefelerinde aynı düşünceleri keşfedebilme-mize rağmen Hindistan’daki şekli Yunan formundan farklı yapıdadır.”

Yunan ve Hint felsefeleri arasında karşılaştırmalar yapan bilimadamlarından bir tanesi de Sit William Jones’dur:

“Felsefe okullarından burada ilk olarak gizemciliği andıran Nyäya’yı, ikinci olarak da iyoncu okulu andıran Vaişeshika’yı belirtmek yeterli olacaktır. İki okul Mimämsäs ve Vedänta adıyla ünlenmiş okullar Platocu, İlk Sämkhya İtalik ve Patañcali’nin ikinci okulu Stoacı felsefeyle karşılaştırılabilir. Bu bağlamda Gautuma ile Aristotle, Kanäda ile Thales, Caimini ile Socrates, Vyäsa ile Plato, Kapila ile Pythagoras ve Patañcali ile Zenon eşleştirilebilir”

"Yunan düşününün Hint’ten etkilenmiş olduğu fikri sıklıkla savunuluyorsa da, Hint düşününün Yunan kuramlarından ödünç aldığı pek dile getirilmez.”

Bu öncüllük tartışması içinde bire bir Vaişeshika Sistemi ile Antik Yunan’daki Atomcuları karşılaştırmanın yeterli olmayacağı kanısındayız. Bunun nedeni Antik Yunan’da yapılabilecek bir ayrımın Hint’te pek mümkün olamamasındandır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Hintliler felsefe, din ve bilimi sürekli bir arada işlemişlerdir. Bunun sonucu olarak da Vaişeshika Sistemi’nin ya da atomcu görüşün savunduğu en temel ilkeler çoğu zaman Upanishadlar’da, hatta kimi zaman da doğrudan Vedalar’da karşımıza çıkar.

Chändogya Upanishad VI, 1-12’de karşımıza çıkan Uddälaka Äruni’nin oğlu Şvetaketu ile konuşmasında; teklik, ilk madde, varlık-yokluk, bölünebilirlik gibi temel kavramlarla ilgili sorgulamalar vardır.

“Oğlum, başlangıçta varolan, ikincisi olmayan Tek Varlık’tır. Şundan emin ol ki, bazı kimseler der ki: Başlangıçta Varolmayan vardı; o ikincisi olmayan Tek’ti; ondan Varolan ortaya çıktı. Fakat sevgili oğlum, bu nasıl olabildi? Nasıl oldu da Varlık Yokluk’tan doğdu? Başlangıçta var olan varlıktır ve o ikincisi olmayan Teklik’tir. Sevgili oğlum, farklı farklı ağaçların özsularını arılar tek bir yerde toplarlar. Bu birliğin içinde toplanmış olan özsular ben şu ağacın özsuyuyum, ben bu ağacın demezler. O halde evladım, Varlıktan gelen bütün yaratıklar da ondan geldikleri bilincini unutmuşlardır. Aslan, kaplan, kurt, domuz, solucan kuş, sinek, sivrisinek hepsi de bu Varlık’tan gelmedir. Herşeyi var eden bu aynı kaynaktır, o gerçektir, o Ätman’dır. O Sensin ey Şvetaketu...

“1. Şuradaki incir ağacından bana bir meyve getir.

Getirdim efendim.

Onu ikiye böl.

Böldüm efendim.

Orada ne görüyorsun?

Çok güzel tohumlar var efendim.

Lütfen onları da ikiye böl.

Bölündü efendim.

Şimdi ne görüyorsun?

Hiç bir şey efendim.

2. Sonra baba oğula dedi ki: Sevgili oğlum, şu latif cevheri görmüyorsun -o latif cevher ki ondan şu kocaman Nyagrodha (kutsal incir ağacı) meydana geliyor.

3. İnan bana oğlum, bütün dünya da işte bu aynı cevherin ruhuna sahiptir. Bu Gerçektir. Bu Atman’dır. Bu sensin Şvetaketu.”

Görüldüğü üzere Yunan felsefesi’nin Thales ile başlayan süreci içinde yer alan tartışmalar farklı yorum ve anlatım içinde sunulsa da aynıdır. Kimi zaman her iki felsefe de bütün varoluşun özünü bir tanrı kavramıyla açıklamak yoluna giderken kimi zaman da herşeyin kaçınılmaz bir rastlantının sonucu olduğunun altını çizmişlerdir. Gerçekte bu iki farklı coğrafyaya ait ve faklı yorumun tek bir ortak kaynağı olmayabilir de. Bu bir anlamda dillerin türeyişi konusunda yapılan tartışmada olduğu gibi gelişimin eş süreç izlediği bile var sayılabilir. Ancak, iki uygarlık arasında bir etkileşimin var olduğu gerçeğinin altı çizildiğinde öncüllük tartışmasında bizim görüşümüz Hint’in daha eskiye ait olduğu yolundadır. Bunun temel gerekçesi olarak da ortaya çıkış tarihi M.Ö. 1200’lerden daha geriye götürülebilecek, söz konusu tartışmalara kaynak niteliğindeki Veda’lar gösterilebilir. Kavramların işlenişinin ötesinde ele alınabilmesinin bir öncüllük göstergesi olduğunu savunarak Antik Hintteki Atomcu Görüş’ün Antik Yunan’da ortaya çıkan Atomcu Görüş’e öncüllük etmiş olabileceğini söyleyebiliriz.

 

 

4. EK 1

 

Ünlüler (Svarah)

a

a

+öö

a

ä

<

i

i

i

ï

=

u

u

>

u

û

jö@

r

r

jö@ß

r

r

šß

lr

lr

A

e

e

ai

ai

+ööä

o

o

+ööè

au

au

           

 

Ünsüzler (Vyancanani)

BÉE

ka

ka

kha

kha

ga

ga

gha

gha

R

na

na

ça

ça

U

çha

çha

ca

ca

cha

cha

ña

ña

]

ta

ta

~

tha

tha

b

da

da

f

dha

dha

û÷É

na

na

ta

ta

tha

tha

n

da

da

dha

dha

na

na

pa

pa

{ÉE

pha

pha

¤É

ba

ba

£É

bha

bha

àÉ

ma

ma

ªÉ

ya

ya

®

ra

ra

ãÉ

la

la

´É

va

va

     

¶É

şa

şa

­É

sha

sha

ºÉ

sa

sa

c

ha

ha

     

 

Not: Bu tabloda seslerin ağızdan çıkış yerlerine göre yapılan sınıflamaya kısmen uyulmuş ancak bu çalışma çerçevesinde gereksiz olacağı düşüncesiyle detaya girilmemiştir.

h ve m burada yer almayan iki farklı sestir. Bu sesleri tezimizde kullanılmış iki sözcük içinde göstererek tanımlamaya çalışalım.

ºööÆGªÉ Sämkhya Sämkhya

´ÉäMÉ& Vegah Vegah

 

 

5. KAYNAKÇA

ACHARYA, Tanaji

1990 Relevence of Indian Philosophy to Modern Society.

India.

ARSLAN, Ahmet

1995 İlkçağ Felsefe Tarihi I.

Bornova, İzmir.

1996 Felsefeye Giriş.

2. Baskı

Ankara: Vadi Yayınları.

BALAVATSKY, H. P.

1994 The Secret Doctrine.

Theosophical University Press Online Edition.

CAPELLE, Wilhelm

1995 Sokrates’ten Önce Felsefe II.

(Çev.Oğuz Özügül)

İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

CHENNAKESAVAN, Sarasvati

1991 Concept of Mind in Indian Phiosophy.

Delhi, India: Motilal Banarsidass Publishers Pvt. Ltd.

FADDEGON, B.

1992 “Space and Time [in the Vaişeshika System].”

Hari Shankar PRASAD (Ed.) Time in Indian Philosophy: A Collection of Essays.

Delhi: Sri Satguru Pub.

GARBE, R.

The Philosophy of Ancient India

1934 “Vaişeshika.”

James HASTINGS (Ed.) The Encyclopedia of Religion and Ethics.

2. Baskı, Vol. XII: 568-570.

Great Britain: Morrison and Gibb Ltd.

HASTINGS, James (Ed.)

1934 The Encyclopedia of Religion and Ethics.

Great Britain: Morrison and Gibb Ltd.

KANÄDA

1887 The Vaişeshika Darşanam.

Radhavallabh Chaudhuri (Yayınlayan).

Calcutta: J.W. THOMAS, Baptist Mission Press.

KAYA, Korhan

1992 “Yaratılış İlahisi (Rg Veda, X, 129).”

A.Ü. DTCF Dergisi, Cilt XXXV, Sayı 2:167-181.

1997 Hint Mitolojisi Sözlüğü.

Ankara: İmge Kitabevi.

1998 Hintlilerde Tanrı.

İstanbul: Kaynak Yayınları.

KEITH, A. B.

1992 “Time and Space [in Nyäya-Vaişeshika].”

Hari Shankar PRASAD (Ed.) Time in Indian Philosophy: A Collection of Essays.

Delhi: Sri Satguru Pub.

MASTERTON, William. L. ve HURLEY, Cecile. N.

1989 Chemistry Principles & Reactions.

U.S.A.: Saunders College Publishing.

MAX MULLER, F.

1899 Six Systems of Indian Philosophy.

London.

Indian Philosophy

1900 Sacred Books of East.

Oxford: Clarendon Press.

MOHANTY, J. Nath

1992 Reason and Tradition in Indian Thought.

Oxford: Clarendon Press.

 

 

MONIER-WILLIAMS, M.

1995 A Sanskrit - English Dictionary.

13. Baskı

Delhi: Motilal Banarsidass Publishers.

MORTIMER, Charles E.

Chemistry.

6. Baskı

Belmont, California: Wadsworth Publishing Company.

MUNRO, H. A. J. (Çev.)

1952 "Lucretius: On the Nature of Things"

R. M. HUTCHINS (Ed. In Chief) Great Books of the Western World.

USA: Encyclopedia Britannica, Inc.

O’FLAHERTY, Wendy Doniger

1994 Hindu Mitolojisi.

(Çev. Kudret Emiroğlu)

Ankara: İmge Kitabevi.

PARTINGTON, J. R.

1939 "The Origins of the Atomic Theory."

Annals of Science, July, Vol 4, No 3.

RADHAKRISHNAN, Sarvepalli

1997 Indian Philosophy Vol I & II.

Delhi: Oxford University Press.

RADHAKRISHNAN, S. ve MOORE, C. A.

1989 A Sourcebook in Indian Philosophy.

Princeton, New Jersey, USA: Princeton University Press.

RAY, Praphulla Chandra

1902 A History of Hindu Chemistry.

Oxford: Williams and Norgate.

RUSSELL, Bertrand

1996 Batı Felsefesi Tarihi -İlkçağ.

5. Baskı (Çev. Muammer Sencer).

İstanbul: Say Yayınları.

SAMBURSKY, S.

1956 The Physical World of the Greeks.

New Jersey: Princeton University Press.

SENA, Cemil

1976 Filozoflar Ansiklopedisi.

İstanbul: Remzi Kitabevi.

SMART, Ninian

1967 "Indian Philosophy."

Paul EDWARDS (Ed. Chief) The Encyclopedia of Philosophy.

Vol 4: 155-169.

New York: The Macmillan Company & The Free Press.

STONES, G. B.

1928 "The Atomic View of Matter in the Xvth, and XVIIth Centuries."

Isis, January, Vol 10, Part 2, No 34.

S. TEKELİ, E. KÂHYA, M. DOSAY, R. DEMİR, H.G. TOPDEMİR, Y. UNAT

1997 Bilim Tarihi.

Ankara: Doruk Yayımcılık.

URAL, Şafak

1994 Bilim Tarihi I İlkçağ.

Alternatif Üniversite, 32.

İstanbul: Ağaç Yayıncılık Ltd. Şti.

WOHNSIGL, Marc.

1995 "The Atomists into Aristotle."

www.perseus.tutts.edu/GreekScience/

1